Gözümün Nûru (2013): Işığa Fazla Bakma, Kör Olursun Sonra

Gozumun-NuruMelik çocukluğundan beri göz problemi yaşayan sinema aşığı bir gençtir. Hayattaki en büyük hayali sinema yapmak olan Melik, bu uğurda eğitim almak için Fransa’ya gider fakat bir süre sonra retina dekolmanı sebebiyle kör olmanın kıyısına gelir ve tedavisi için İstanbula’a geri döner. Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş‘un bir kez daha birlikte kamera arkasına – ve ilk kez önüne – geçtikleri Gözümün Nûru, işte böyle başlıyor.

Fransız ekolünden etkilendikleri sır olmayan Saraçoğlu ve Kurtuluş’un bu sıradışı filmi bir yandan jenerik yazılarının, müziklerin, zengin hayalgücünün ve film boyunca perdeye yansıyacak ödünç film parçacıklarının etkisiyle seyircide ilk anda bir Fransız Continue reading

Gravity (2013): Alfonso Cuarón’un Dönüşü Muhteşem Oldu!

GravityAslında pek de suskun olmamıştı Alfonso Cuarón‘un gidişi. Meksikalı yönetmen teknolojinin imkanlarını sonuna kadar kullandığı filmi Children of Men ile dünya çapında ses getirdikten sonra 7 yıl boyunca sessizliğe gömülmüştü ve niyahet dönüşü muhteşem oldu. Senaryosunu oğluyla birlikte yazdığı Gravity, Cuarón hayranlarını fazlasıyla mutlu edecek olmanın yanı sıra, yönetmenin dijital teknolojiyi kullanımındaki üstün yeteneğinin açık kanıtı ve film estetiği, kültür endüstrisi, sanatsal nitelik bağlamında sinema-teknoloji ilişkisi üzerine bitmeyen ve muhtemelen de asla bitmeyecek olan tartışmaların gündeme getiricisi olması bakımından, Cuarón’un filmografisinde muhakkak ki yıllar sonra bile özel bir yere sahip olacaktır. Continue reading

Post-Modern Zamanlarda Bir ‘Auteur’ Olarak Michael Haneke (2. Bölüm)

Bilinmeyen Kod, Bilinen Auteur

Code-UnknownHaneke filmografisinin beşinci filmi Code Unknown. Filmde tekrarlayan temalar, şiddet ve post modern toplumlarda aile ilişkileri. Fakat The Seventh Continent ile karşılaştırıldığında bazı küçük farklar mevcut. Bir yandan, Haneke’nin şiddete yaklaşımı her iki filmde de aynı olmasına rağmen, rahatsız edicilik mefhumu Code Unknown’da biraz zayıf kalmış. Diğer yandan, aile ilişkileri teması azınlıklar ve sosyal eşitsizlik üzerinden post modern toplumlardaki toplumsal ilişkiler düzeyine genişletilmiş olsa da, iletişimsizlik zemininde aile ilişkileri kimi sahnelerde hala göze çarpıyor. Mesela, Jean’ın Georges ve Anne’ya ulaşmaya çalışırken başarısız olmasında, Anne’nın kapısına bırakılan gizemli yardım çağrısı Continue reading

Post-Modern Zamanlarda Bir ‘Auteur’ Olarak Michael Haneke (1. Bölüm)

Michael-Haneke

Bir film, yönetmenin, senaryonun ve seyircinin ortak katkıları ile anlam üretir. Yani, sadece yönetmenin anlayışına, kullandığı tekniklere, kendisine özgü tema veya motiflere bakılarak veya sadece senaryo bütün olarak veya tek tek sahneler üzerinden incelenerek veya sadece filmin seyirci tarafından nasıl algılandığı önemsenerek filmin anlamı çözülemez. Bu faktörlerin tümü bir araya gelerek filmde anlam üretimini gerçekleştirirler.

Filmin anlamı için bu 3 faktör birlikte çok önemli olsa da, yine de kimi zaman bir yönetmen çıkar ve filmin anlam kazanmasında, inkar edilemez şekilde belirgin ve dominant stili ve Continue reading

Come and See (1985): Savaş Çığırtkanları İçin Panzehir Niyetine

Come-and-SeeElem Klimov’un ‘85 yapımı filmi Come and See, tüm zamanların en iyi savaş filmlerinden biri ama nedense savaş filmi denince akla ilk Full Metal Jacket, Schindler’s List, Saving Private Ryan, Apocalypse Now falan gelir. Bunun muhtemelen en büyük sebebi Elem Klimov’un Hollywood stüdyolarından uzakta Rusya’da çalışması ama belki de Klimov, bu kadar iyi bir film yapabilmesini de aynı sebebe borçludur.

Come and See 2. Dünya Savaşı sırasında Belarus’ta yaşananlara odaklanan bir film ve konuya yaklaşımı sayesinde diğer 2. Dünya Savaşı filmlerinden çok ayrı bir yerde duruyor. Bundaki en büyük pay yönetmene ait. Klimov alışılmışın dışında bir cesaretle yapmış filmini. Vahşeti böylesine doğrudan bir biçimde Continue reading

Lore (2012): Nazi Cephesinden Sıradışı Bir II. Dünya Savaşı Filmi

Loreİlk filminden alışkın olduğumuz üzere Cate Shortland, 2012 yapımı filmi Lore’de de film başlar başlamaz seyircinin kendini bir genç kız ile özdeşlemesini sağlar. Yönetmenin bunu yapmadaki en büyük silahı yine kamera ve kurgu tekniği. Jump cutlar, yakın planlar, hızlı kurgu sayesinde hızla ana karaktere dikkat çeker yönetmen ama bu tekniğin filmin üslubu içerisinde tuttuğu yer bununla sınırlı kalmaz. Yakın plan jump cutları peş peşe dizerek oluşturduğu sentaksı  film boyunca kullanarak Shortland, görsel olarak fotoğrafın bütününü bir kerede seyirciye vermek yerine parça parça verir  ve seyirciden bir puzzle misali parçaları birleştirerek kendi fotoğrafını yaratmasını bekler. Aynen senaryoda yaptığı gibi. Filmde senaryo gereği Continue reading

Run Lola Run (1998): Berlin Sokaklarında Bir Forrest Gump

Run-Lola-RunTom Tykwer 2000’li yılların Avrupa sinemasında yüksek performansa sahip yönetmenlerin başında gelenlerden biri. Son olarak Wachowski Kardeşler ile birlikte Cloud Atlas‘ı yöneten Tykwer’ı, sinema severler Patrick Süskind’in Koku romanından uyarladığı Perfume: The Story of a Murderer ve baş rollerini Clive Owen ve Naomi Watts’ın paylaştığı The International filmleriyle tanır. Bu noktada unutulmamalıdır ki, Tykwer’ın filmografisinde konvansiyonel anlatım tekniğinin tamamen dışında bir kült film de mevcut. İşte bu film Run Lola Run.

Film, sevgilisini kurtarmak için 20 dakika içinde 100000 Mark bulmak zorunda olan Lola’nın başından geçenleri anlatması itibarı ile pek de orijinal bir Continue reading

Kabadayı (2007): Erkekliğin Kitabı Bir Kez Daha Yazılıyor

KabadayiSuç, mafya ve cinayet Türk sinema seyircisinin genellikle yoğun ilgi gösterdiği temalar. Bir filmde bu temalara ek olarak Şener Şen ve Kenan İmirzalıoğlu merkezli başarılı bir oyuncu kadrosu varsa, o film için gişe başarısı kaçınılmazdır. Haliyle, Kabadayı’nın 2 milyon kişi tarafından seyredilmiş olması hiç de şaşırtıcı değil.

Film, silaha tövbe etmiş eski bir kabadayının, yeniyetme bir mafya babasıyla hesaplaşmasını ve oğlu uğruna tövbesini bozmasını konu alıyor. Bu açıdan, Yavuz Turgul‘un yazmış olduğu senaryo bazı seyirciler tarafından sıradan bulunsa da, Kabadayı’yı türdeşlerinden ayıran bazı noktalar tabii ki mevcut. Ali Osman adlı eski kabadayı ve Devran Continue reading

The Big Sleep (1946): Humphrey Bogartsız Bir Kara Film Düşünülemez

The-Big-SleepFilm Noir, 1940’larda ortaya çıkan bir anlayış, bir görsel stildir ve birçok janra içinde kendisine yer bulmuştur. Kendisi bir janra veya bir hareket olmamasına rağmen, o kadar belirgin bir stildir ki, farklı janralarda yer alsa da kolaylıkla fark edilir.

Film Noir, Fransız eleştirmenler tarafından dönemin Amerikan yapımı suç / gerilim filmlerini belirtmek için üretilmiş bir terim. Bu filmleri diğerlerinden ayıran en temel özellik barındırdığı kuşkucu ton ve cinsel motivasyon. Bazı diğer hareketler gibi Film Noir da 2. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş arasındaki siyasi istikrarsızlık döneminde ortaya çıktı. Bu dönemde ABD, güvensizlik ve paranoya içinde Amerikan rüyasının bir illüzyon olduğu gerçeğiyle yüzleşiyordu. Savaştan Continue reading

Ace in the Hole (1951): Biz Gazeteciliği de İyi Biliriz

Ace-in-the-HoleBilly Wilder eleştirel bakışı filmlerinden eksik etmeyen, dünyayı ve insanları filmlerinde türlü şekillerde yerden yere vuran ve bunu yaparken de mizahi anlatımdan çoğu zaman vazgeçmeyen bir yönetmen. Hollywood’u eleştirdiği Sunset Boulevard veya travestilik ve cinselliği konu edinen Some Like It Hot, sinema tarihi dersinde konu Hollywood’un altın çağına geldiğinde mutlaka bahsedilmesi gereken filmler. İnsanın hayattaki motivasyonunun cinsellik ve para olduğunu düşündüren filmleriyle Billy Wilder sadece çok yetenekli bir yaratıcı yönetmen değil, aynı zamanda çok da cesur bir sanat adamı. Cinsellik değilse bile para, Ace in the Hole’da da insanlar için en büyük motivasyon. Continue reading