Castaway on the Moon (2009): Börülce Soslu Eriştenin Hikayesi

Castaway-on-the-MoonHollywood tür sinemasının en iyi örneklerinin sergilendiği, ayrıca yeni türlerin oluşturulduğu dünyanın en büyük film endüstrisidir. Western, romantik-komedi, bilimkurgu gibi türlerde çok başarılı filmlerin temelinde Hollywood’un tür sineması üzerine oluşturduğu formüller bulunmaktadır. Örneğin, epik filmlerin hemen hepsinde aynı ilerleme gözlenir; kahraman bütün aşamaları geçer, finale geldiğinde rakibi onu yenecek gibi olur, en dibe vurduğu anda birden ayağa kalkar ve son rakibini de alt eder; ya da söz konusu filmin isminden yola çıkarsak, Castaway kelimesi deniz kazası sonucu adada mahsur kalan kişi için kullanılır ve bu tip filmlerde baş karakter adada kaldığı süre boyunca korku-isyan-kabullenme-umut-düş kırıklığı ve en sonda aniden beliren zafer duygularının eleğinden geçerek nihai formunu bulur. 90’lı yılların sonunda atağa geçen ve son on beş yıldır kendine has bir sinema ekolü oluşturan Güney Kore sinemasında ise bolca Hollywood benzeri konuların kendi kültürlerine ve sorunlarına bağlı bir şekilde anlatıldığı filmler görmek mümkün. Castaway on the Moon filmi de ilk bakışta 2000 yılında gösterime giren Tom Hanks’in oynadığı Cast Away filmini çağrıştırıyor ancak konunun anlatılış tarzına baktığımızda Kore usulü Cast Away’in çok daha farklı bir film olduğuna tanık oluyoruz.

Cast away İngilizce iki farklı anlamı olan bir kelime. Deniz kazazedesi anlamına geldiği gibi, dışlanmış, reddedilmiş kimse olarak da çevirmek mümkün. Baş karakter Kim’in aslında bir deniz kazazedesi olmadığını ve kredi kartı borçlarından, sorunlu bir şekilde ayrıldığı kız arkadaşından, sistemin onu bir şekilde dışlamasından sonra şehri ikiye bölen Han Nehri’nin köprüsünden atlayıp, kendini köprünün altında kalan küçük bir kara parçasında bulduğunu göz önüne alırsak onun reddedilmiş kimse olduğunu söylemek pekala mümkün. Evet, filmdeki baş karakterimiz Kim’in tek başına kaldığı ada, okyanusun keşfedilmemiş bir bölgesinde değil, şehrin hemen yanı başında! Öyle ki, filmin diğer Kim karakteri olan genç ve asosyal bir kadın, nitelikli bir fotoğraf makinesi yardımıyla adadaki ruh eşi olan diğer Kim’i gözetleyebiliyor ve onunla içi not dolu şişeler göndererek mesajlaşabiliyor. Bu yakın ama uzak olma fikri, ada metaforunu da kullanarak büyük şehirlerdeki insanların kendi çevrelerinde kurdukları adacıkları göstermek suretiyle etkileyici ve akılda kalıcı. Nehir sularının kendisini sürüklediği kara parçasında uyanınca ilk olarak kurtulmaya, sonra tekrar intihar etmeye, en son olarak da oranın bir parçası olmaya çalışan karakterimiz, Hollywood’da da benzerini gördüğümüz hikayeyi Güney Kore usulü bizlere sunuyor.

Castaway-on-the-MoonGüney Kore sinemasının izleyene kendisini  “Harikalar Diyarı”ndaymış gibi hissettiren renkleri, sahnelerin samimi bir şekilde abartıya kaçması ve bunun hiç sırıtmaması, senaryonun temel bir Hollywood hikayesi etrafında derinlik kazanması, filmi diğer örneklerinin yanında özel bir yere koyuyor. Örneğin, ana karakterin adadan kaçmak için yüzmeye çalıştığı sahnede flashbackler eşliğinde karakterin babasıyla olan yüzme derslerini, sevgilisinden ayrıldığı anı, mülakat sırasındaki zamanları görüyoruz, aynı karakter denizde boğulurken karşısındaki sahneler sürekli değişiyor ve hayat içerisinde daimi bir boğulma halinde olan karakterimizin iç dünyasını daha net anlayabiliyoruz. Adadaki Kim karakterini fotoğraf makinesiyle gözetleyen asosyal Kim’in hikayesine de uzun bir süre ayıran film, odasına kapanmış ve kendisini sosyal dünyanın içinde kaybetmiş bir diğer kayıp karaktere odaklanarak ortaya iki yalnız karakterin birbirini bulma hikayesini çıkarıyor. İki yalnız karakterin birbirlerini uzaylı zannetmeleri ve İngilizce konuşmaya çalışmaları da iletişim konusunda nasıl kendi duvarlarımızı ördüğümüzün güzel  bir örneği.

Castaway on the Moon filmi izlendikten sonra unutulmayacak bir yan hikayeye sahip ki, o yan hikaye bile filmi izlemeniz için önemli bir neden. Şehirden nehre dökülen çöpleri karıştırırken ‘Börülce soslu erişte’ hazır yemek paketiyle karşılaşan Kim, içinde sadece sos olduğunu görür ama iş işten geçmiştir, içinde börülce soslu erişteye karşı önüne geçilemez bir arzu beslemektedir. Üstelik normalde bu yemeği yemeyen Kim, önce hayatı boyunca reddettiği bütün börülce soslu erişte yeme tekliflerini hatırlar ve büyük bir pişmanlık yaşar, daha sonra da kendi eriştesini kendi yapmak üzere akıl almaz bir yöntemle kendi tarlasını ekmeye başlar. Daha sonra bir şekilde eline hazır yiyebileceği börülce soslu erişte geçer ancak Kim mısır ektiği tarlasını sürmeye devam eder. Çünkü hazırı yemek değil, kendi eliyle yapmak bir anlam ifade etmektedir ve bu çabasının adını da ‘Umut’ koyar. Umut tek başına kaldığı adada börülce soslu erişte yapabilmektir onun için.

Castaway-on-the-Moon

Uzun bir süredir uzak kaldığım Güney Kore sinemasına bu filmle döndüğüm için çok memnunum, çünkü özlediğim ve sevdiğim Kore sinemasının kendine has tonlarını ve anlatım tarzını bu filmde bütün özellikleriyle görmek mümkün. Güney Kore sinemasını takip edenlere ek not olarak da başrolde oynayan Jae-yeong Jeong’un daha önce de Welcome to Dongmakgol filminde oynadığını belirteyim.

Advertisement

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s