11. yaş günü için doğum günü pastası kesilmeden önce, ablasıyla birlikte kapısı kapalı odasında konuştuktan sonra ablasının peşi sıra çıkar Angeliki. İlk sahnede yüzünü göremeyiz ancak elinde fotoğraf makinesi gülücükler saçarak bu mutlu anı ölümsüzleştirmeye çalışan dedesiyle dans etmeye başladığında Angeliki’ni asık suratını görürüz. Leonard Cohen’in seslendirdiği “Dance Me to the End of Love” müziği eşliğinde dans ettikten sonra babasından uzaklaşan Angeliki evlerinin balkonuna çıkar, manzarayı seyreder, az önce astığı suratını düzeltip yaşama son bir gülümseme bıraktıktan sonra balkon demirlerinden aşağı kendisini bırakıp, intihar eder. Continue reading
Tag Archives: Michael Haneke
Borgman (2013): Yönetmeninin Tam Olarak Anlayamadığı Bir Film
Cannes Film Festivali’nde yarıştığı sırada filmin yönetmeni Alex van Warmerdam’a filmdeki baş karakterin kim olduğu sorulduğunda cevap “Ben de emin değilim. Ben de sizin kadar biliyorum.” olmuş. Borgman’ın filmini izledikten sonra bu filmi nereye koyacağını bilemeyenlere, yönetmenin bu itirafı belki yol gösterebilir. Çünkü karşımızda hem bir sürü bulmacalarla dolu, neyin ne olduğu, neye işaret ettiği pek belli olmayan, tahmin ettiğimiz kadar basit mi, çözümlemesi ciltlere sığmaz mı, yoksa filmin kendisi dahi ne anlattığını bilmiyor mu, tam olarak emin olunamayan bir film durmakta. Ancak yönetmenin filmdeki esrarengiz baş karakterin kim olduğunu kendisini de bilmediğini söylemesi, biraz da olsa filmin esrarını negatif anlamda etkiliyor. Continue reading
Post-Modern Zamanlarda Bir ‘Auteur’ Olarak Michael Haneke (2. Bölüm)
Bilinmeyen Kod, Bilinen Auteur
Haneke filmografisinin beşinci filmi Code Unknown. Filmde tekrarlayan temalar, şiddet ve post modern toplumlarda aile ilişkileri. Fakat The Seventh Continent ile karşılaştırıldığında bazı küçük farklar mevcut. Bir yandan, Haneke’nin şiddete yaklaşımı her iki filmde de aynı olmasına rağmen, rahatsız edicilik mefhumu Code Unknown’da biraz zayıf kalmış. Diğer yandan, aile ilişkileri teması azınlıklar ve sosyal eşitsizlik üzerinden post modern toplumlardaki toplumsal ilişkiler düzeyine genişletilmiş olsa da, iletişimsizlik zemininde aile ilişkileri kimi sahnelerde hala göze çarpıyor. Mesela, Jean’ın Georges ve Anne’ya ulaşmaya çalışırken başarısız olmasında, Anne’nın kapısına bırakılan gizemli yardım çağrısı Continue reading
Post-Modern Zamanlarda Bir ‘Auteur’ Olarak Michael Haneke (1. Bölüm)
Bir film, yönetmenin, senaryonun ve seyircinin ortak katkıları ile anlam üretir. Yani, sadece yönetmenin anlayışına, kullandığı tekniklere, kendisine özgü tema veya motiflere bakılarak veya sadece senaryo bütün olarak veya tek tek sahneler üzerinden incelenerek veya sadece filmin seyirci tarafından nasıl algılandığı önemsenerek filmin anlamı çözülemez. Bu faktörlerin tümü bir araya gelerek filmde anlam üretimini gerçekleştirirler.
Filmin anlamı için bu 3 faktör birlikte çok önemli olsa da, yine de kimi zaman bir yönetmen çıkar ve filmin anlam kazanmasında, inkar edilemez şekilde belirgin ve dominant stili ve Continue reading
The Panic in Needle Park (1971): Requiem for a Dream’i Seven, Bunu da Sevdi
Modern sinemanın klasik temaları arasında en popülerlerden biri bağımlılık ve bağımlılık temelinde odaklanılan uyuşturucu bağımlılığı. Zaman zaman Türkiye sinemasında da örneklerine rastlayabiliyoruz uyuşturucu temasının ama en başarılı uygulamalar ABD ve Avrupa sinemasına ait. Bir kalemde akla gelenler ise Danny Boyle’un Trainspotting‘i, Gus van Sant’ın Drugstore Cowboy‘u ve tabii ki Darren Aronofsky’nin Requiem for a Dream‘i. Jerry Schatzberg’in yönettiği 1971 yapımı The Panic in Needle Park (Esrar Bitti) ise uyuşturucu temalı filmler için bir öncü olmasının yanı sıra, konuyu işleyişindeki farklılığıyla da dikkat çekici bir film. Continue reading
Shame (2011): Senin Bacına Aynısını Yapsalar İyi Olur mu Kardeş?
Birkaç yıl öncesine kadar Steve McQueen denince akla ilk olarak Papillon, The Magnificent Seven ve The Great Escape filmlerinin unutulmaz aktörü olan Hollywood yıldızı Steve McQueen gelirdi, ama şimdilerde bu isim Hunger filmiyle tüm dünyada büyük beğeni toplayan Altın Kamera ödüllü İngiliz yönetmeni anımsatıyor. Uzun yıllar kısa film yönetmenliği yapan ve ilk filmi Hunger’ı 2008 yılında çeken McQueen’in ikinci filmi olan Shame ise yönetmenin sinema anlayışındaki keskin çizgileri netleştirmesi açısından filmografisinde önemli bir yere sahip.
New York’ta yaşayan, orta yaşlı, yakışıklı, kariyer sahibi bir adam olan Brandon’ın seks bağımlılığı Continue reading