‘Dahi’ çocuk Xavier Dolan’ın inatla üzerine gittiği sinema anlayışı öyle bir sonuç ortaya çıkarıyor ki, genç yönetmene ya hayran kalırsınız, ya da bir daha dönüp bakmamak üzere sinemasından nefret edersiniz. Böylesine keskin bir görüş oluşturmasındaki en büyük etkenlerden biri, psikanalizin derin sularında, sivri uçlarda gezinmesi. Yetenekli bir yönetmen olduğu ve kısa zamanda ortaya çıkardığı işlerin yaşına göre önemli bir başarı sayılacağı tartışılmaz üstelik şimdiden yönetmenin Queer sinemaya önemli katkıları olduğunu da söyleyebiliriz. Ancak Dolan’ı şimdiden ‘dahi’ ilan etmek ve usta isimlerin arasında anmak ne kadar doğru bir öngörü orası tartışılır. ‘Mommy’ zihinsel sorunları olan, şiddet yanlısı, duygularını kontrol edemeyen Steve’in Continue reading
Category Archives: Kanada Sineması
Scanners (1981): Kafa Patlatan Tarayıcılar!
David Crononberg’in en iyi filmi olmamakla birlikte “Scanners”, 80’li yıllarda en çok kaseti alınan ve Amerikan genç kuşağı tarafından efsaneleştirilen filmlerden biri. Filmin şöhreti her ne kadar malum ‘kafa patlatma’ sahnesinden gelse de, Crononberg’in ‘body horror’ türünün önemli yönetmenlerinden biri olması ve o zamanların dokusuna uygun temalarla filmini süslemesi bu şöhretin diğer sebepleri arasında sayılabilir.
Temel olarak bedenin bozulmasından kaynaklı korku öğelerine yer veren, korku türünün bir alt dalı olan ‘body horror’, “Eraserhead”, “Rosemary’s Baby” gibi örneklere sahip olsa da Crononberg’in “Videodrome”, “Scanners” ve “Fly” gibi kültleşmiş Continue reading
Tom à la ferme (2013): Queer Sinemaya Yenilikçi Bir Katkı
Konuk Yazar: Koray Sevindi
“Bir erkeğin en iyi arkadaşı annesidir.” Norman Bates
2009 yılında henüz 20 yaşındayken Annemi Öldürdüm (J’ai tué ma mère, 2009) filmiyle önemli bir çıkış yakalayan Xavier Dolan, Hayali Aşklar (Les amours imaginaires, 2010) ve Laurence Anyways (2012) filmlerinde de sürdürdüğü LGBT temasına dördüncü filmi Tom Çiftlikte (Tom à la ferme, 2013) ile de devam ediyor. Diğer filmlerinden farklı olarak gerilim türüne daha yakın bir film ortaya koyan Kanadalı yönetmen, Alfred Hitchcock filmlerine yakın bir yapıda ilerleyen hikayesinde Continue reading
Triptyque (2014): Başarılı Bir Üçleme
Robert Lepage sinemadan çok tiyatro çalışmalarıyla tanınan ve asıl iddiasının tiyatro alanında olduğunu söyleyen ancak tiyatroda yarım kalanların sinemanın imkânlarıyla doldurulduğunu, bu nedenle sinemaya da ilgi duyduğunu ifade eden bir yönetmen. Lepage’ın yönetmenlik koltuğunu Pedro Pires ile paylaştığı son filmi Triptyque (Üçleme), 33. İstanbul Film Festivalinde gösterildi.
Filmin görüntü yönetmenliğini ve kurgusunu üstlenen Pires de tıpkı Lepage kadar çok yönlü bir sanatçı. Bu ikilinin sanatın farklı dallarına olan merakları filmlerinin yapısına ve içeriğine müthiş bir zenginlik katmış. Continue reading
Incendies (2010): Savaşın Ortasında Tek Başına Kalmış Bir Anne
Film incelemelerinde dikkat edilmesi gereken birkaç ana öğe vardır, kurgu gibi, senaryo gibi, sanat yönetmenliğinin hikayenin temasına uygunluğu veya ses kullanımının etkinliği gibi. Ancak bazı filmler de vardır ki henüz ismi anıldığında bile derin bir iç çekip filmden bazı sahneler canlanır hafızada, öyle bir konu anlatılmaktadır ki filmde kelimelerin anlamı yoktur. Dennis Villeneuve’nin Incendies (İçimdeki Yangın) filmi de bu tarz filmlerden. Anne ve çocukları arasında geçen iki ayrı hikaye anlatmaktadır film; annenin hikayesi Lübnan iç savaşı sırasında geçmekteyken, çocukların hikayesi ise aniden şoka girip vefat eden annelerinin son vasiyetini yerine getirme üzerinedir. Lübnan iç savaşında etkin bir rol oynayan annelerinin vasiyeti Continue reading
Inch’Allah (2012): İsrail-Filistin Savaşında Kahrolsun Bağzı Şeyler
İlk olarak 32. İstanbul Film Festivali’nde ülkemizde gösterimi yapılan, şu sıralar vizyonda olan Anais Barbeau-Lavalette imzalı Inch’Allah iddialı bir konuyla, İsrail-Filistin sınırında geçen hikayesiyle karşımızda. Savaş varsa kazanma yoktur, hep kaybetme vardır düşüncesiyle savaşın dağıttığı aileleri, yok ettiği hayatları ve izi kalmış mutlulukların hatırlanarak günlerin geçtiği bir coğrafyayı dramatize ederek anlatıyor Barbeau-Lavalette. Ancak konunun ağırlığı karşısında Inch’Allah’ın ciddi bir çözüm üretememesi ve hatta yanlış bir çözümleme yoluna gitmesi, gerçek adına umutsuz, film içinse naif bir portre çiziyor.
Kanadalı doktor Chloe’nin hayatı, gündüzleri Filistin’de çalıştığı Türk Kızılayı’nda, geceleri ise Continue reading
Cafe de Flore (2011): Sevmek Ne Kadar Özveri, Ne kadar Fedakarlık?
Film kritiği yaparken o filmi pek çok yöntemle ele almak mümkündür; kısa bir tavsiye yazısı şeklinde ya da derin teknik bir incelemeyle, o dönemin koşulları altında toplumbilimsel bir değerlendirme yaparak ya da auteurist bir yaklaşımla film hakkında çıkarımlarda bulunarak… Ama bazı filmler de vardır ki hakkında sadece ‘fanboy’ yazıları yazmak, film kritiği kurallarının dışına çıkmak, övmek ve daha çok övmek istersiniz. Bu illa ki sadece mükemmele yakın filmler için de geçerli değildir, bir yazar için olmaması gereken ‘bence’lerin yığınla etrafını saran vasat bir film için de olabilir. Jean-Marc Vallee imzalı 2011 yapımı Cafe de Flore objektif bir gözden bakıldığında vasatın da üstünde, seyri keyifli, ilginç bir Continue reading