Tom Tykwer 2000’li yılların Avrupa sinemasında yüksek performansa sahip yönetmenlerin başında gelenlerden biri. Son olarak Wachowski Kardeşler ile birlikte Cloud Atlas‘ı yöneten Tykwer’ı, sinema severler Patrick Süskind’in Koku romanından uyarladığı Perfume: The Story of a Murderer ve baş rollerini Clive Owen ve Naomi Watts’ın paylaştığı The International filmleriyle tanır. Bu noktada unutulmamalıdır ki, Tykwer’ın filmografisinde konvansiyonel anlatım tekniğinin tamamen dışında bir kült film de mevcut. İşte bu film Run Lola Run.
Film, sevgilisini kurtarmak için 20 dakika içinde 100000 Mark bulmak zorunda olan Lola’nın başından geçenleri anlatması itibarı ile pek de orijinal bir konuya sahip değil. Fakat, klişe ne anlattığınla değil; nasıl anlattığınla ilgilidir. İşte bu nedenle Run Lola Run oldukça orijinal bir film. Teorisini, bireylerin başına gelen her şeyin kaynağının diğer insanların yaptığı çok küçük şeyler olduğu, bu nedenle farkında olmasak da hiç tanımadığımız birçok insanla aramızda çok sıkı bir ilişki bulunduğu tezinin üzerine kuruyor Tom Tykwer. Birinin yaptığı küçük bir şey başka bir şeyi tetikliyor, o bir diğerini tetikliyor ve domino etkisiyle bu olaylar en sonunda bizim hayatımızı derinden etkiliyorlar. Filmin ilk sekansının sonuna eklenen domino taşları da bu teze yapılan doğrudan bir gönderme olarak sunuluyor seyirciye. Konuya yaklaşım açısından Tykwer’ın filmi, Alejandro Gonzales Inarritu sinemasıyla büyük benzerlikler taşımasına rağmen kendine özgü anlatım tekniği ve sinematik kompozisyonu sayesinde şimdiye kadar yapılmış tüm filmlerden ayrılıyor… Run Lola Run filmi eleştirisi