Film kritiği yaparken o filmi pek çok yöntemle ele almak mümkündür; kısa bir tavsiye yazısı şeklinde ya da derin teknik bir incelemeyle, o dönemin koşulları altında toplumbilimsel bir değerlendirme yaparak ya da auteurist bir yaklaşımla film hakkında çıkarımlarda bulunarak… Ama bazı filmler de vardır ki hakkında sadece ‘fanboy’ yazıları yazmak, film kritiği kurallarının dışına çıkmak, övmek ve daha çok övmek istersiniz. Bu illa ki sadece mükemmele yakın filmler için de geçerli değildir, bir yazar için olmaması gereken ‘bence’lerin yığınla etrafını saran vasat bir film için de olabilir. Jean-Marc Vallee imzalı 2011 yapımı Cafe de Flore objektif bir gözden bakıldığında vasatın da üstünde, seyri keyifli, ilginç bir konuya sahip, akıcı, coşkulu bir film ama benim için az önce belirttiğim gibi çok daha fazlası.
Cafe de Flore, filmdeki iki farklı hikayeyi birleştiren ve film boyunca bize eşlik eden bir müzik parçası. Günümüzde geçen, işinde başarılı ama arayışları olan, kendisini ‘tam’ hissetmeyen ünlü DJ Antoine Godin (Kevin Parent) ve sadık eşi Carole (Helene Florent)’ün yıkılan evliliği ile 40’lı yılların başında otistik oğluyla hayatın zorluklarına göğüs geren Jacqueline’in (Vanessa Paradis) mücadelesi ortak bir şarkıda kesişir ve zamanlar arası gidip gelirken film gerçekçi diyalogları ve samimi canlı karakterleriyle ruhumuza işlemeye başlar.
İki hikayenin ortaklıkları şarkıyla sınırlı değildir. Seyirciye sormak istedikleri soru da benzerdir; sevgi ne kadar özveri, ne kadar fedakarlıktır? Bu film her sahnesinde sevginin tanımını yapmaya çalışıyor ve her sahnesinde ruhumuzun en gizemli hissi sevginin boyutlarında bizi gezdiriyor. Sevdiğimiz şeylerin sahibi olduğumuzu düşünüp sahip olduğumuz şeye daha fazla özveri göstermeye başladığımız, en sonunda da mağlup olup sevginin en üst noktasında sevileni özgür bırakmak adına sevgi özgürlüğünden feragat etmemiz gerektiği gerçeği, filmin hüzünlü cevaplarından. Sevgi ve sadakat gibi konuları anlatırken zaman içerisinde, ruhlar arasında sıçramalar yapan filmin anne-oğul örneklemesi yaparak konuya yaklaşımı da filme pozitif bir katkı sağlamış.
Bilindiği takdirde filmin büyüsünü bozmayacak, bilinmiyorsa da filmi tekrar izleme isteği uyandıran bir sürprize sahip Jean-Marc Vallee’nin filmi. Bu sürpriz senaryoya önemli bir özellik sokuyor ve bu özellik dinamik bir anlatımla, harika müzik kullanımıyla perdeye aktarıldığında tadı damağınızda kalacak bir sinema şöleni ortaya çıkıyor. Filmin ayrıca belirtilmesi gereken artısı da oyuncuları, filmin seyirciyle kurmak istediği etkileşimi sağlayan en önemli etken olan oyunculardan özellikle Helene Florent’in performansı büyüleyici.
İlk filmi C.R.A.Z.Y’den sonra belirli bir hayran kitlesi edinen yönetmenin ikinci filmi olan Cafe de Flore seyircinin gönül telini titretmeyi başarabiliyor ve bunu o kadar samimi bir dille yapıyor ki filmi izledikten sonra bir anda kendinizi uzun bir süre senaryo hakkında arkadaşlarınızla konuşurken, filmi izlemeyenlere ısrarla filmi izletmeye çalışırken, karakterler arasında favori bir karakter belirleyip filmin müziklerini tekrar tekrar dinlerken bulabilirsiniz.