2014 yılında Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde En İyi Film seçilen ve ülkemizde ilk kez Filmekimi’nde gösterilen Beyaz Tanrı, insan-hayvan ilişkisi üzerine temellenen klasik filmlerden oldukça farklı bir yerde duruyor. Bunu sağlayansa filmin gerçekçi anlatımı ve su gibi akıp giden oyunculuklar.
Filmin konusuna gelince: 13 yaşındaki Lili, annesi ve üvey babası üç aylık bir akademik eğitim programı için yurtdışına çıkınca bu süreyi babasının yanında geçirmek durumunda kalır. Yanına ayrılmayı düşünemediği köpeği Hagen’i de alır. Ancak babası ve komşuları Hagen’in varlığından epey rahatsız olurlar. Hatta komşularından biri Continue reading
Derviş Zaim’in son filmi Balık, görücüye çıktığı Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü kazandı. Yönetmenin geçen yıl çektiği Devir filmi ve çekmeyi planladığı üçüncü doğa hikâyesi ile bir üçlemenin ikinci ayağını oluşturan Balık’ta da tıpkı Devir’de olduğu gibi insan ve doğa ilişkisi daha doğrusu insanın doğayı tahrip etme ve çıkarları doğrultusunda kullanma konusundaki acımasızlığı gözler önüne seriliyor. Koyunların başrolde olduğu Devir’den sonra sıra “suya” geliyor ve Zaim bu kez bir balık üzerinden insanların açgözlülüğünü eleştiriyor.
“Filmlerimdeki meselelerim hep kendi meselelerim” diyen Reha Erdem ilk filminden itibaren bunları görsellik aracılığıyla tartışmayı sürdürür. Sinemada hikâye anlatmanın sınırını aşan yönetmen, cevaplar aradığı sorular sorarken bunu direkt olarak yapmak yerine gücünü sinemasal öğelerin kullanımından ve bunların bir araya getirilmesinden alan bir yapıya sahiptir. Fotoğrafik kareleri -tablo plan- filmlerinde yoğun olarak kullanan yönetmen ile Florent Herry’nin görüntü yönetmenliğinin işbirliği ortaya görselliğin adeta konuştuğu filmler çıkarır. Sonuç olarak da görselliğin, müziğin estetik biçimde harmanlanmasıyla oluşmuş, izleyiciye sorular sordurmayı hedefleyen ve hayal gücünü harekete geçiren açık uçlu filmler Reha Erdem
Jane Campion’un Henry James’in aynı adlı romanından 1996 yılında uyarladığı filmin başrollerinde Nicole Kidman, John Malkovich, Barbara Hershey, Martin Donovan, Mary Louise Parker, Ch ristian Bale ve Viggo Mortessen rol alır. Yönetmen dünya çapında tanınmasını sağlayan Piyano’nun ardından Hollywood’la buluşur ve bunun ilk ürünü olan Bir Kadının Portresi’nde starların oynaması, atmosfer yaratımında kapalı mekânın daha çok kullanılması, başarılı bir oyunculuk dışında Masamdaki Melek’teki ya da Piyano’daki kanlı canlı karakter yaratımının yakalanamaması yönetmenin kendi kariyeri içinde düşüşe geçtiğini
Woody Allen’ın bağımsızlığını filmleri aracılığıyla incelemeye çalıştığım ikinci bölümde, yönetmenin kendisinin de en sevdiğim filmim dediği The Purple Rose of Cairo /Kahire’nin Mor Gülü filmini ele alacağım.


Jane Campion’un 2014 Cannes Film Festivalinin Altın Palmiye Jüri Başkanlığına seçildiğini ilk duyduğumda beni çok etkileyen Piyano’dan beri yönetmenin filmlerini takip etmediğimi fark ettim ve kadın hikâyelerine olan merakımdan yönetmenin özellikle erken dönem çalışmalarını karşılaştırmalı olarak izlemeye karar verdim.
Tüm dünyaca tanınan ve sevilen İngiltere Presesi Leydi Di’nin hayatının bilinmeyen bir dönemine odaklanan, Deney ve Çöküş filmlerinin de yönetmeni Oliver Hirschbiegel’in Diana adlı filmi, ülkemizde başlıktaki mottoyla vizyona girdi. Başrollerini 2013 Oscarlarında Kıyamet Günü filmiyle en iyi kadın oyuncu dalında aday olan Naomi Watts’ın, Lost dizisinin meşhur Sayid’i Naveen Andrews’in ve Douglas Hodge’nin paylaştığı filmde Diana’nın 1995-1997 yılları arasındaki aşk hayatı anlatılıyor. 1997’de henüz 36 yaşındayken şüpheli ve beklenmeyen bir şekilde öldüğünde küçük büyük herkesi ekran başına kilitleyen bir cenaze töreniyle aramızdan ayrılan Diana’nın