Tüm dünyaca tanınan ve sevilen İngiltere Presesi Leydi Di’nin hayatının bilinmeyen bir dönemine odaklanan, Deney ve Çöküş filmlerinin de yönetmeni Oliver Hirschbiegel’in Diana adlı filmi, ülkemizde başlıktaki mottoyla vizyona girdi. Başrollerini 2013 Oscarlarında Kıyamet Günü filmiyle en iyi kadın oyuncu dalında aday olan Naomi Watts’ın, Lost dizisinin meşhur Sayid’i Naveen Andrews’in ve Douglas Hodge’nin paylaştığı filmde Diana’nın 1995-1997 yılları arasındaki aşk hayatı anlatılıyor. 1997’de henüz 36 yaşındayken şüpheli ve beklenmeyen bir şekilde öldüğünde küçük büyük herkesi ekran başına kilitleyen bir cenaze töreniyle aramızdan ayrılan Diana’nın Dodi Fayed’den önceki Pakistanlı sevgilisi kalp cerrahı Hasat Khan ile olan ilişkisi, filmin temelini oluşturuyor. Her ne kadar dünya kamuoyunda Diana’nın adı sıklıkla öldüğü zaman yanında bulunan Dodi Fayed’le birlikte anılsa da filmde Khan’la Diana’nın paparazzilere ve Khan’nın mesleğine olan bağlılığına rağmen yaşadıkları tutkulu ve samimi aşk ele alınıyor. Zaten Diana’nın “Bana prensesmişim gibi davranmıyor.” cümlesi, amcasını ziyarete gittiği esnada tanıştığı Khan’a ilgi duyup, birlikte olabilmeleri için uğraş vermesinin nedenini en başından açıklıyor. Film boyunca Diana’nın normal biri gibi yaşayamamanın sıkıntısını duyduğu, tanınmadan sokaklarda özgürce yürümenin özlemini çektiği sık sık dile getiriliyor. Kalabalıklar içinde sevilmeye hissettiği ihtiyaç, sıfatları yüzünden etrafında olanların yapaylığı karşısında iyice baskın hale geldiğinden Khan’la yaşadığı aşk Diana için adeta bir sığınak oluyor.
Kate Snell’in Diana’nın Son Aşkı kitabından Stephen Jeffreys tarafından uyarlanan filmde Naomi Watts neredeyse Diana’nın ete kemiğe bürünmüş bir haliyle,doğru tasarlanmış saç kesimi ve beden diliyle izleyici karşısına çıkıyor. Öte yandan zaaflarını, evliliğinde aldatılmasını, çocuklarından ayrı kalmasının acısını sıklıkla dile getirdiği bilinen Diana’nın film boyunca yalnızca aşk hayatından bahsedilmesi, Khan’la yarım kalan aşkı esnasındaki ve sonrasındaki hezeyanları, birkaç sahne dışında yardıma muhtaç çocuklar ve dünya barışı için yaptıklarının gösterilmemesi ve özellikle çocuklarına olan düşkünlüğünün doğru aktarılamaması filmin zayıf noktalarını oluşturuyor.
Tüm dünyada pek çok kişinin hayranlık beslediği özellikle de kadınların annelik ve moda konularında idolü haline gelen Diana’nın yönetmenin göstermeyi seçtiği şekliyle hırçın ve bencil halleri, onun mesafeli duruşuna rağmen kamuoyunda sempati ve saygı uyandıran tavırlarıyla tezat oluşturuyor. Bunun bir biyografi filmi olduğunu unutarak filme bakma şansımız olsa o zaman belki Diana ve Khan arasındaki sade, naif ilişkiyi romantik bir film izler gibi izleyebileceğiz. Ancak zor türlerden olan biyografik filmler söz konusu olduğunda doğru oyuncu seçiminin önemli olması kadar senaryonun da tatmin edici ve gerçekçi olması, pek çok belgenin, tanığın ve metnin karşılaştırmalı olarak okunması, değerlendirilmesi neticesinde senaryolaştırılması beklenir. Maalesef Diana filmi görsel olarak onu özleyenlere Watts’ın fiziksel avantajını kullanarak bir kapı aralasa da filmin biyografik bir film olabilmek için gerekli olan senaryo konusundaki aksaklıkları kapının ardına kadar açılıp içeri gönül rahatlığıyla girilmesine engel oluyor. Bu noktada Diana’nın olası Diana filmlerinden yalnızca biri olduğunu, başka bir senaryoyla başka bir yönetmenin farklı prenses hikâyeleri çekebileceğini söylemek de elbette mümkün. Ancak ben kendi adıma “Bu kadının hayatında sadece aşk mı vardı?” diye sormaktan geri kalamıyorum ve keşke çok yönlü bir karakter yaratımına olanak tanınsaymış diye düşünüyorum. Yine de türün meraklıları adına 2014’ün Eylül ayında gösterime girecek olan Nicole Kidman’ın başrolünde oynadığı Grace of Monaco filmi ile kıyaslayabilmek bakımından izlenmiş olmasında fayda var.