Türkiye kaliteli ana akım sinema örnekleri açısından oldukça kısır. Bu yüzden Yavuz Turgul hala çok özel bir sinemacı. Yılmaz Erdoğan‘ın son filmi Kelebeğin Rüyası da bu kısır ortama canlılık getirmesi açısından merakla bekleniyordu. Gerçi, Yılmaz Erdoğan çok büyük bir yönetmen olduğundan değildi bu merak; büyük bütçeli işleri iyi ekiplerle göreceli olarak daha eli yüzü düzgün biçimde yaptığındandı, ama görünen o ki kendisi bu durumu yanlış anlamış.
Afişte yazdığının aksine ‘Bir Yılmaz Erdoğan Filmi’ diye bir şey yoktur. Olamaz. En azından şimdilik. ‘Bir François Truffaut Filmi’ olur. ‘Bir Woody Allen Filmi’ olur. ‘Bir Nuri Bilge Ceylan Filmi’ olur. Bunlar auteur yönetmenlerdir. Sinemaya ve hayata bakışlarını doğrudan filmlerine yansıtırlar. Bu yüzden Woody Allen‘ın bir filmi, diğer yönetmenlerin filmlerinden keskin çizgilerle ayrılır. Hatta kimi zaman yönetmenini bilmeden izleseniz bile, “Bu film Woody Allen’ın.” diyebilirsiniz, ama aynı şeyi Erdoğan’ın filmleri için söylemek mümkün değil. Tamam, bu son filminde gördük ki Erdoğan, Bir Zamanlar Anadolu’da filminde birlikte çalıştığı Nuri Bilge Ceylan’dan çok şey öğrenmiş ama yetmez. Erdoğan’ın bir filmini tema, üslup, diyalog yazımı, ışık kullanımı veya müzik gibi unsurlar açısından diğer yönetmenlerin filmlerinden ayıracak özgün nitelikler mevcut değil. O yüzden Yılmaz Erdoğan’ın yaptığı bir film, ‘Bir Yılmaz Erdoğan Filmi’ olamaz. Belki ileride olur, ama henüz değil.
Yine de Kelebeğin Rüyası, yönetmenin önceki filmlerinde göremediğimiz kadar başarılı görselliği, senaryosu, oyuncu performansları ile yönetmenin şimdiye kadar yaptığı en iyi iş. Film daha açılış sahnesi ile seyirciyi bir anda avucuna alıp dönemin atmosferine sokuyor ve hikayenin gelişimine göre vuku bulacak her şeyi bu dünya içerisinde değerlendirmelerini sağlıyor. Maden ocağının karanlığındaki tek parıltı olan gözlerden başlayan ve iş mükellefiyeti yasası gereğince insanlık dışı şartlarda çalıştırılan işçilere slow motion bir geçişle yaratılan bu şiirsel anlatımın ayarında Türkiye sinemasından bir açılış sahnesi örneği aklıma gelmiyor bir anda. Raymond Depardon‘a haksızlık olmazsa, Erdoğan’ın filminin açılışı bana La Captive Du Desert‘in açılışını anımsattı. Söz gelmişken, sadece açılış sahnesi için bile seyredilmeye değer bir film La Captive Du Desert.
Erdoğan’ın dönem filmlerine olan alışılageldik yaklaşımı bu filminde de devam ediyor. İkinci Dünya Savaşı yıllarının sosyal ve siyasi sorunları filmin arka planına yerleştirilirken, asıl odaklanılan nokta bir aşk hikayesi. Bu demek değil ki toplumsal sorunları bireysel sorunların önünde tutmak daha büyük sinemacılıktır, ama ezbere diğer türlüsünü yapmak da işin biraz kolayına kaçmak oluyor. Toplumsal sorunları sadece atmosferi tamamlamak için arka plandan bir adım öne çıkarmıyor olmak tabii ki gişede daha fazla başarı getirir ama Vizontele Tuuba‘nın ardından Tarık Akan‘ın iddia ettiğinin aksine, Erdoğan’ı asla Yılmaz Güney seviyesine çıkaramaz. Muhtemelen Tarık Akan da zaten yanıldığının farkına varmıştır artık.
Yönetmenin filmlerinde odaklanmayı seçtiği hikayeye dair bu eleştiriyi Kelebeğin Rüyası özelinde değerlendirmek ise doğru olmaz, çünkü Muzaffer Tayyip Uslu ve Rüştü Onur‘un arkadaşlığı, şiirle münasebetleri ve aşkları anlatılmaya fazlasıyla değen hikayeler. Yine de, film bir noktadan sonra Muzaffer Tayyip ve Suzan aşkına doğru kayınca işler bu film için de kötü gitmeye başlıyor. Oysa ki filmin başlarındaki durum, iki yakın arkadaşın hayatına bir kadının girmesiyle arkadaşlıklarının nasıl bir gelişim gösterdiğine odaklanan Seyfi Teoman‘ın Bizim Büyük Çaresizliğimiz‘i anımsatıyordu. Aynı yolda devam edilseydi veya Rüştü ile Mediha’nın aşkları da geri planda tutulmasaydı, muhtemelen ortaya daha zarif bir iş çıkardı ama bu haliyle film, yer yer zengin kız – fakir oğlan klişesinden fazlaca medet ummuş gibi görünüyor.
Erdoğan’ın en iyi yaptığı iş olan diyalog yazımı bu filmde öncekilere göre daha da başarılı. Bu başarıda kendisinin de şair olmasının ve Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip’le aynı dili konuşabilmesinin büyük payı olduğu kesin. Diyaloglara sıkıştırılan şiirler, Kelebeğin Rüyası’ndaki görsel şiirselliği tamamlayan en önemli senaryo ögesi durumda. Bir de, iki replikli bağlantı sahneleri bu kadar çok kullanılmasaydı, ortaya daha da incelikli bir senaryo çıkabilirdi.
Mutsuz son yazma ustası olan Yılmaz Erdoğan’ın filmdeki en büyük başarısı ise çok iyi bir ekibi bir araya getirebilmiş olması. Daha önceki büyük bütçeli işlerinden de alışkınız aslında Erdoğan’ın kamera önünde ve arkasında kaliteli isimlerle çalışmasına, ama bu kez hepsinin üzerine çıkacak bir ekip var ortada. Bu isimlerin payını mutlaka teslim etmek gerek, çünkü Gökhan Tiryaki’nin estetik komposizyonlarla kotarılmış ustalıklı görüntüleri, Hakan Yarkın’ın 1940’ların Zonguldak’ındaki yaşamı tüm gerçekliğiyle baştan yaratan sanat yönetimi ve başta Kıvanç Tatlıtuğ ile Mert Fırat olmak üzere oyuncuların üst düzey performansları da en az senaryo ve reji kadar filme katkıda bulunuyorlar. Diğer isimler aslında bekleneni vermiş diyebiliriz, ama şu ana kadar bir TV oyuncusu olan Kıvanç Tatlıtuğ’un kambur duruşu, tırnak yiyişi, mütemadiyen tedirgin ve heyecanlı halleriyle Muzaffer Tayyip Uslu’yu kanlı canlı bir insan olarak getirip önümüze tüm doğallıyla koyması Türkiye sinemasının çok iyi bir aktör kazandığının net göstergesi. Kadroyla ilgili tek sıkıntı ise Belçim Bilgin‘de. Suzan karakteri için Belçim Bilgin’in yaşı itibarı ile ideal kast olmadığı çok belli. Herkesin görebildiği bu durumu Yılmaz Erdoğan da muhakkak görmüştür ama maalesef bir kez daha egosuna yenik düşmüş olsa gerek. Afişte Mert Fırat’ın adının Belçim Bilgin’den sonra yazılmış olması da muhtemelen bu egonun bir başka ürünü.
Tüm bu küçük eksiklerine rağmen seyircilerine kelebek gibi zarif, kırılgan ve kısa ömürlü iki şairin naif hikayesini anlatmayı vaat eden Kelebeğin Rüyası, daha önce Mavi Gözlü Dev filminde bir örneğini gördüğümüz üzere şairleri dört başı mamur biçimde beyazperdeye taşımanın ötesinde, Murathan Mungan‘ın Şairin Romanı‘ndaki gibi bir ortamın asla yaşanmayacağı Türkiye’de kadri bilinmeyen şiire övgü niteliğinde olması açısından da önemsenmeyi hak eden bir film.
Herkese iyi seyirler!