Jane Campion’un 2014 Cannes Film Festivalinin Altın Palmiye Jüri Başkanlığına seçildiğini ilk duyduğumda beni çok etkileyen Piyano’dan beri yönetmenin filmlerini takip etmediğimi fark ettim ve kadın hikâyelerine olan merakımdan yönetmenin özellikle erken dönem çalışmalarını karşılaştırmalı olarak izlemeye karar verdim.
Campion’un ilk olarak televizyon için mini dizi şeklinde 1924 doğumlu Yeni Zelandalı yazar Janet Frame’in otobiyografisinden uyarladığı Masamdaki Melek, yüz elli sekiz dakikaya indirilerek filmleştirilir. Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi Sweetie’de olduğu gibi Yeni Zelanda’da başlayan tanınırlık serüvenini sonraları dünya çapına taşıyan, kaybeden bir karakter olan Janet’in hikayesini seçmesi, hakim olduğu coğrafyadaki kadınları beyaz perdede görünür kılma çabası olarak adlandırılabilir.
Ada’ya, Masamdaki Melek ve Ayna Kentin Elçisi olarak üç bölümden oluşan filmde yazarın çocukluk, gençlik ve yetişkinlik dönemleri konu ediliyor. Beş çocuklu, fakir ama eğitime önem veren bir ailenin çocuğu olan Janet, küçüklüğünden itibaren fakirliği, şişmanlığı, çekingenliği ve kıvırcık turuncu saçlarıyla ötekidir. İnsanlarla kolay iletişim kuramayan Frame için edebiyat ve şiir hayattaki en büyük zevklerdir. Edebiyat ödevlerini hazırlarken duyduğu heyecanla öğretmen olma idealini benimseyen yazarın çocukluğuna ait karelerin hem onun kitaplarındaki söylemlerine sadık kalınarak hem de çok doğal ve gerçekçi gözlemlerin biriktirilip damıtılmasıyla oluşturulmuş olduğu filmin her anında kendini belli ediyor. Ustalıkla seçilen detaylar aracılığıyla kız çocukların ilkokul çağında hayata, cinselliğe dair konuşmalarının, meraklarının izleyicide uyandırdığı ince bir gülümsemeyle beraber çocukluğun vatanının olmayışı da vurgulanıyor adeta. Yönetmen; kardeşlerini sıklıkla doğa içinde kırlarda, deniz kıyısında, ağaç tepesinde resmederek insanın özünün doğayla kucaklaşmada yattığını, özellikle ele aldığı zaman ve mekan kapsamında inandırıcı biçimde pekiştirmiş oluyor.
Frame’in aşırı utangaçlığı, aile fertleri dışında neredeyse kimseyle ilişki kurmaması, bedenine duyduğu güvensizlikle de açıklanabilir. Filmin ikinci bölümünde ergenliğe giren kardeşlerin hikâyesi esnasında erkekleri tanımaya başlayan kardeşlerine nazaran Frame’in dünyasında bir erkekle ilgili hayallerin ya da kendi bedenini tanımanın yer almadığı görülür. Bununla ilgili büyük bir serzenişi, isyanı gözlenmemekle beraber kardeşler içinde yetenekli olmasına rağmen en tedirgin karaktere sahip olması kendiyle ilgili memnuniyetsizliğinden ileri gelir. Bu sırada kardeşlerinden ikisini ayrı zamanlarda denizde boğularak kaybetmesi, ölümü tanıyarak olgunlaşmaya başlaması, II. Dünya Savaşı’nın tüm dünyada ve entelektüel çevrelerde olduğu gibi Frame üzerinde de yıkıcı bir etki yaparak hayata dair inançsızlığını artırması, hep hayalini kurduğu öğretmenliği sınıfta müfettiş karşısında heyecanlanıp ders anlatamaması yüzünden bırakması neticesinde her zaman sürüden farklı biri olan Frame’in akıl hastanesi günleri başlar. Şizofreni teşhisiyle sekiz yıl hastanede kalan yaklaşık iki yüz kere elektroşoka maruz kalan Frame’e göre bunların her birinin yarattığı acı, idam edilme korkusundan bile fazladır. (Zaten daha sonra bunun yanlış teşhis olduğu anlaşılacaktır.) Nitekim bu süreçte kendine güveni daha da zedelenen yazar için kurtuluş, öykü kitabının ödül almasıyla birlikte hastaneden salıverilmek ve planlanan ameliyatı olmamak olur.
Dışarı çıktığında Frank isimli hatırı sayılır bir yazar tarafından olumlu eleştiriler alan ve onun yanında bir süre kalarak güven tazeleyerek yazmayı sürdüren Frame için asıl dönüm noktası, filmin son bölümünde anlatılan İngiltere’yle başlayan İspanya’ya uzanan okyanus aşırı yolculuktur. Kerry Fox’un Janet Frame’in yetişkinliğini canlandırdığı bu son bölümdeki fiziksel yolculuk, kahramanın aslında kendi iç dünyasına yaptığı yolculuğun sembolik gösterenidir. Bu nedenle de film ilerledikçe yazarın ruhen olgunlaşıp farklılaştığından söz etmek yanlış olmaz. Çünkü Frame artık uzak bir yerde yaşamını tek başına sürdürmek, trenlere inip binmek, otel odası kiralamak ve en zoru da yeni insanlarla tanışıp iletişim kurmak zorundadır. Yavaş yavaş kendini keşfeden Frame, edebiyat kursunda tanıştığı yazarlar, şairler ve ressamlar aracılığıyla kendinin kitabı basılmış bir yazar olarak kıymetini anlar. Üstelik Bernard adlı bir tarih öğretmeniyle de güzel bir yaz geçirerek cinselliğini ilk kez yaşar. Bu sahnelerde kadın bedeninin klasik Hollywood anlatısının tersine parçalara bölünerek değil bütün olarak verilmesi söz konusudur ki yönetmenin benzer bir tutumu daha sonraki filmlerde de benimsediği görülüyor.
Yine doğa görüntülerinin başarılı birer fotoğrafmışçasına sergilendiği filmin sonunda yaz biter, Frame ve Bernard ayrılır, Frame hamiledir ama bebeğini düşürür, babasının ölüm haberini alarak eve döner. Ama artık eski Janet değildir, büyümüş, kendini tanımış ve tamamen yazmaya adamış bir kadın vardır izleyicinin karşısında. Ancak burada Janet’in yapay ve bir anda gerçekleşen bir dışa dönüklük sergilememesi de filmin yine anılmaya değer başarılarındandır. Aksi takdirde bu hızlı geçiş ve ani büyüme inandırıcılığını kaybedebilirdi.
Kısacası Campion’un başat izleklerinden olan kadının ruhen olgunlaşması, gerçek bir hikayeden ve metinden hareketle başarılı bir anlatımla filme aktarılıyor. Bir cümleyle de olsa ırkçılığa değinilmesi ve insanların derilerinin rengine göre değerlendirilmesinin eleştirilmesi bilindik Campion stilinin varlığına işaret eden bir diğer ayrıntı.
Sonuç olarak kısa ve uzun metrajlı filmleriyle Altın Palmiye’yi kazanan halihazırdaki ilk ve tek kadın yönetmen olan Jane Campion’un alanında iz bırakan, nevi şahsına münhasır kadınların hikayelerine yönelmesi onun sinema dilinin karakteristiği haline gelir. Bunun temellerinin Sweetie ile başlayıp Masamdaki Melek’le devam ettiğini söylemekse yanlış olmaz.