11. yaş günü için doğum günü pastası kesilmeden önce, ablasıyla birlikte kapısı kapalı odasında konuştuktan sonra ablasının peşi sıra çıkar Angeliki. İlk sahnede yüzünü göremeyiz ancak elinde fotoğraf makinesi gülücükler saçarak bu mutlu anı ölümsüzleştirmeye çalışan dedesiyle dans etmeye başladığında Angeliki’ni asık suratını görürüz. Leonard Cohen’in seslendirdiği “Dance Me to the End of Love” müziği eşliğinde dans ettikten sonra babasından uzaklaşan Angeliki evlerinin balkonuna çıkar, manzarayı seyreder, az önce astığı suratını düzeltip yaşama son bir gülümseme bıraktıktan sonra balkon demirlerinden aşağı kendisini bırakıp, intihar eder. Filmin jeneriği kızın cesedinin üzerinde belirirken karı-koca, iki kız kardeş ve torunlardan oluşan altı kişilik ailenin Angeliki’nin etrafında toplanmış halini izleriz; yönetmen ilk sahneden itibaren aile ile ilgili vermek istediği mesajın şiddettini biraz daha arttırır çünkü küçük kızın cesedi etrafında toplanan aile bu duruma sadece bakmakla yetinmektedir. Filmin özeti de budur, sadece ‘bakan’ insanlarla dolu bir aile!
Filmin konusu ile ilgili 11 yaşındaki Angeliki’nin intiharından sonra ne anlatılsa ya yanlış bilgi ya da filmin içeriğiyle ilgili önemli bilgi olacağından, filmin ülke meseleleriyle derdi olan bir aile draması olduğunu bilmeniz yeterli bir bilgi olacaktır. Öyle ki doğum günü esnasını anlatırken kullandığım abla-kız kardeş, karı-koca, torunlar ve benzeri aile bireylerini tanımlandırma çabalarımın filmi izlerken nafile bir çaba olduğunu anlayacaksınız. Çünkü bu altı kişilik ‘topluluk’ta dışarıdan bakıldığında toplumun kabul gördüğü dede-anneanne, torunlar ve benzeri kabullenmeler bu filmde pek geçerli değil. Ailenin dedesi, babası, devleti, kanunu olan Philippos, küçük torununun intiharı sonrası ailenin eski haline dönmesi için abartı bir çaba içerisindedir ve bu süreçte seyirci olarak aileyle birlikte vakit geçirdikçe, sofrada yanlarına oturdukça, salonda vakit geçirdikçe, evdeki kilitli kapıların önce kilitlerinin alınıp sonra kapıların yerinden sökülmelerine tanık oldukça ailede bazı şeylerin yolunda gitmediğini anlamaya başlayacağız.
Peki on bir yaşındaki küçük bir kızın doğum gününde, en mutlu anı diye düşünülebileceği bir anda hiç düşünmeden balkondan atlamasının sebebi ne olabilir ve ailede bu ölümü bile hiçe sayacak ‘yolunda gitmeyen şeyler’ nedir? Filmin bir buçuk saat boyunca seyirciyi gererek cevabını vermeye çalıştığı sorular bunlar, yönetmen ve senarist Alexandros Avranas Berlin’de yaşanan küçük bir çocuğun intihar etmesi üzerine kalemi eline alıyor ve üç günlük taslak yazma süreci sonunda filmin hatlarını oluşturuyor. Kendince küçük bir kızın neden intihar edeceğini sorguluyor ve ülkesinde yaşanan kriz ortamının buhranından da yararlanarak, bir ‘bakıp kalma’ hikayesi ortaya çıkarıyor.
Miss Violence filmi, içeriğindeki aile sırlarıyla değerlenen bir anlama oturan minimalist bir film. Alexandros Avranas’ın her ne kadar bazı noktalarda uçları bulma adına zorladığını düşünsem de bir an bile seyircinin dikkatini dağıtmayan, temiz bir işçilikle, gerim gerim geren ve hatta bazı sahnelerde izlemekte zorluk çekebileceğiniz sahnelere imza atmış. Filmin Retro havası ve pastel renkleri aile bireylerinin soğuk hal ve hareketlerine çok uyumlu bir seçim olmuş. Yönetmenin tarzını Michael Haneke’ye benzetenler olmuş ama yönetmenin kendisi gibi ben de bu yakıştırmaya katılmıyorum.
Bu noktadan sonra filmle ilgili önemli bilgiler içeren sahneler hakkında yazacağım için yazının devamını filmi izledikten sonra okumanızı tavsiye ederim. Yönetmen Alexandros Avranas ilk bakışta kimin ne olduğu kim olduğu anlaşılamayan, Yunan kültüründen uzak, evrensel ailesinin sırlarını açıklarken Zeki Demirkubuz filmlerinde görmeye alışık olduğumuz kapı sahneleriyle anlatım dilini zenginleştiriyor. Ailenin kontrolünü elinde tutan ve her bireye sürekli ne yapacağının emrini veren ‘baba’ karakterini kızlarını ve torunlarını kontrol ederken kapıların kilitlerini çıkardığını ve hatta söktüğünü görüyoruz, normalde aile sırlarını anlatmak isteyen bir filmde kapalı kapılar önemli bir simgeyken bu filmin baş karakteri kapıların kapanmasına izin vermiyor ve kurduğu ailesinin her bireyinin şeffaf bir şekilde göz önünde olmasını istiyor. Hatta yönetmen bu kapı ilişkisini pekiştirmek için, anormal aileye karşılık olarak normal bir birey olan komşu karakterin evinin kapısının kitli olduğunu özellikle gösteriyor. Filmin son çeyreğine kadar bu gizemli durumu çözmek zor, anneanne rolünde hiç sesini çıkarmayan pasif bir kadın, kızları Angeliki’nin annesi ruh hastası bir kadın ve sürekli emirle hareket eden robot gibi çocuklar… hepsinin baba figürü tarafından şiddetle, otoriteyle, baskıyla kontrol edildiği, kızların hatta torunların babaları tarafından yabancı erkeklere pazarlandığı, Angeliki’nin de bu sisteme dahil olmadan önce ölmeyi tercih ettiği ortaya çıktığında aslında doğum günü sırasında bakmakla kaçmanın karşı karşıya geldiğini anlamış oluyoruz. Şiddet yuvadan içeriye girmiş, yuvanın her bireyini kontrolü altına almış, bireyleri ahlakın ve özgürlüğün yok sayıldığı işlere sokmuş, üstüne üstlük şiddetin yeni tohumları da saçılmaya başlandığı halde kimsenin evin kapısından dışarı çıkmak istememesi filmin ortaya koyduğu en büyük sorun. Ya düzene uyup düzenin bir kölesi olacaksın, ya canına kıyıp sistem dışı olacaksın ya da kapını kilitleyip içeride saklanacak, sistemin unuttuğu eleman olacaksın. Ancak ne olursa olsun asla dışarıya çıkıp sistemi sorgulamaya, değiştirmeye cüret edemeyeceksin. Alexandros Avranas’ın açık bir şekilde devlet-baba, ülke-aile karşılaştırması yaptığı hikayenin sonunda film boyunca yaşananları içine atan anneanne karakterinin, yani geçmişin geleceğini kurtarma adına aile babasını bıçaklaması ve ilk iş olarak kapıyı kilitlemesi de yetersiz bir çözüm olarak filmde resmedilmiş.
Rahatsız edici bir düşünceden yola çıkarak izleyenleri rahatsız eden bir film ortaya çıkarmış Avranas, başarılı bir sistem eleştirisine sahip mi evet izlerken etkilenmemek mümkün değil. Ancak yine de hikaye bağlamında baktığımızda gerçekçilikten uzak, yönelttiği eleştirinin inandırıcılığını zedeleyecek derecede sıkıntılı sahneleri var filmin, biraz daha aksiyondan uzak, minimalist tercihler de bulunsaydı ve psikolojik olarak ruhumuzu boğsaydı daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Diğer teknik özelliklere baktığım da başarılı bir mekan-ses tasarımı ilk başta dikkat çeken özelliklerden. Ayrıca oyuncuların kan donduran performansları da dikkate değer. Venedik Film Festivali’nden yönetmeninden başrol oyuncusuna ödüllerle dönen film, bu sene İstanbul Film Festivali’nde Mayınlı Bölge programındaydı.