Fransız yazar-yönetmen Cedric Klapisch’in gülümsemeyi bir türlü kesmeden izlediğimiz “L’auberge Espagnole” ve ilişkiler üzerine ciddi bir bakış açısı yakaladığımız “Les Poupees Russes” filmlerinden sonra serinin son filmi olan “Casse-tete Chinois” Xavier’in hikayesine kaldığı yerden devam ediyor. Artık Xavier ne yirmili yaşlarında macera peşinde koşan o genç adamdır, ne de doğru kadını bulma adına ne gerekiyorsa yapan otuzluk delikanlı. Kırkına merdiven dayayan Xavier iki çocuk babası, eşi Wendy’den boşanma arifesinde olan bir adam olarak çıkıyor karşımıza ve seriyi bilen sinemaseverlerin dahi yakalamakta zorlandığı bir olaylar örgüsünün içerisinde baş karakterimizin git-gellerini izlemeye başlıyoruz. Yine aynı karakterlere yer veren yönetmen, seyircinin de çok sevdiği Xavier-Isabelle-Wendy-Martine dörtlüsünden herhangi birine kıyamayıp dördünün de yolunu yine kesiştirmiş ancak film bütün o nostaljik havasına ve sırtını dayadığı ilk iki filme rağmen bir eksiklik barındırıyor bünyesinde.
“Casse tete Chinois” serideki diğer filmlerin başkası tarafından yapılmış kötü birer kopyası gibi, bunun başlıca sebebi ise diğer filmlerde en çok övgüyü hak eden unsur olan senaryo. “L’auberge Espagnole” ve “ Les Poupees Russes” birbirine benzemeye çalışmayan iki ayrı filmdiler ve iki filmin de kendisine ait söyleyeceği sözler vardı ancak üçüncü kardeş “Casse tete Chinois” yeni bir şey söylememekle birlikte iki filmin de fikrinden yararlanmaya çalışıp, sonuç olarak ikisine de tezat duran bir film olmuş. Filmin konusunu anlatırken bir yandan da bu durumu örneklendirmek daha açıklayıcı olacaktır.
Yine bilgisayarının başında, yazmak için bekleyen Xavier’in hafızasında gezinirken, onu iki küçük çocukla koştururken görüyoruz. Ardından Çinli bir kadınla evlilik fotoğrafı çektiren Xavier’in hafızasında daha geriye gidip, o zamana kadar olan biteni keşfe çıkıyoruz. Her filmde belirli bir sorunu çözmeye çalışıp problemlerini arapsaçına döndüren Xavier’in bu filmdeki ana sorunu Wendy’den ayrılmasıyla başlıyor. Xavier en yakın arkadaşı Isabelle’e hamile kalması için spermini bağışlayınca Wendy ile aralarında olan gerginlik hat safhaya ulaşıyor ve bitmek bilmeyen kavgaların sonucunda ayrılık kaçınılmaz oluyor. En azından filmin bize söylediği bu şekilde. Ancak ilk iki filmde çizilen Xavier, Isabelle ve Wendy karakterleri tamamen farklı. İkinci film ideal kadını bulma üzerine iki saatini harcadıktan sonra, tüm adayların falsolu yanlarıyla elenmesi ve tek yolun Wendy’e çıkmasıyla, hatta Wendy’nin efsane ‘doğru insanı seçmek’ repliğiyle bitmişti. Üçüncü film ise aslında bu iki karakterin birbirleri için ideal olmadığını savunup, Xavier’i tekrar derin sulara bırakmanın derdinde. İlk iki filmde gençlik aşkı olarak çizilen, aslında Xavier’in ruh eşi olmadığı anlatılan Martine karakteri, bu filmde bir anda ‘yeni Wendy’ gibi çıkıyor karşımıza. Isabelle karakteri ise ilk filmdeki halini aratırcasına sığ ve ilgi çekmeyen bir karakter.
Ruhları yer değiştirmiş karakterler yetmezmiş gibi neden filme eklendiğini anlamadığım o kadar çok sahne var ki. Akla ilk gelenleri sıralamak gerekirse; ilk filmdeki ‘eve koşarak yetişme ve arkadaşı kötü durumdan kurtarma’ sahnesinin birebir kopyasının bu filmde tekrardan kullanılması ve ilkini aratır olması, hikayenin sonlarına doğru New York arka planının gereksizleşmesi ve karakterlerin Avrupa dışında oksijensiz balıklar gibi durması, eğreti çocuk karakterler, eğreti düzmece evlilik hikayesi vb… Ve bunların yanında keşke olsaydı dediğimiz sahneler de mevcut; Erasmus kadrosundan geriye kalanların gösterilmemesi, William’ın akıbeti vb… Hal böyle olunca şekil olarak ilk iki filmin kopyası olsa da içerik bakımından seriye buruk bir son veren bir film “Casse-tete Chinois”. Cedric Klapisch bu filmde Xavier’in filmlerin sonundaki ne yazacağını bulan hali gibi değil de, filmlerin başında kararsızlığıyla boş sayfaya bakan hali gibi. Anlamsız bir tema, tutarlılığı olmayan bir senaryo ve inandırıcılığını yitiren karakterlerle filmin tarzı değişmese dahi bir devam filmi çekilemeyeceğini Klapisch’in görmesi lazımdı.
Bu sene 33.Uluslararası İstanbul Film Festivalinde ilk olarak izleme imkanı bulduğumuz film, festivalden kısa süre sonra da “Aşk Bulmacası” ismiyle vizyona girmişti. Seriyi bilenler mutlaka izleyeceklerdir ancak ilk iki filmi bilmeden bu filmi izlemek, bir filmin toparlanamamış son on beş dakikasını izlemek gibi gelecektir.