1001 Gram (2014): Norveç, Bir Başka Diyar

1001grams Norveç adına Oscar adayı olan, ancak son elemeleri geçemeyen ‘1001 Gram’ konusuyla ilgi çeken bir Kuzey Avrupa filmi. Marie, bir akreditasyon kuruluşunda çalışan bir bilim kadınıdır ve Fransa’da gerçekleştirilen bir seminere ideal ‘kilo’ prototipini götürmek üzere görevlendirilir. O sırada babasının sağlık sorunlarıyla da boğuşan Marie için hem seminer yolculuğu hem de babasının rahatsızlığı hayatı sorgulaması için bir fırsat olacaktır. If 2015 programında olan ‘1001 Gram’ Kuzey Avrupa sinemasının bütün özelliklerini taşıyor ve bu tipik ‘soğukluk’ hali, seyircinin hikâyeye adapte olmasına bir türlü imkan vermiyor.

Yönetmen ve senarist Bent Hamer’in filmdeki en verimli cümleleri, aşkın ve hayatın ölçüsünün ne olduğu hakkında söylediği sözler. O da Norveç’li Marie ile Fransa’da tanıştığı erkek arkadaşı arasında geçen bir diyalogdan ibaret. Sürekli ölçülere göre hayatına yön veren, her şeyin bilimsel verilere dayandığına inanan, bilim yanlısı Marie’nin aşkla ve ölümle tanışması sonucunda ölçülemeyecek sorunlarla karşılaşması filmin kayda değer tek sıkıntısı. Bu sıkıntı da filmde iki üç sahneyle net bir şekilde anlatılmaktayken, geri kalan bir buçuk saat Marie’nin karın ağrılarını izlemekle geçiyor. Kuzey Avrupa insanı hali hazırda içine kapanık, duygu ve düşünceleri zor anlaşılan bir millet, bir de fazlaca sanatsal kaygıyla film yaptıklarında ortaya içinden çıkılması zor bir hikaye çıkıyor.  Marie’nin ölçülebilir dünyadan ölçülemeyen dünyaya geçişi aslında çok karmaşık, anlaşılması zor bir hikaye değilken bu hikayeyi amaçsız boğucu sahnelerle donatmak kesinlikle sanatsal bir çaba sayılmamalı.

1001-grams

Bir Norveç’liyle tanıştığınızda, onunla samimi bir sohbete başlamak için baya uğraşmanız gerekir. Filmle de Norveç’li bir insanla tanışır gibi tanışıyorsunuz ilk dakikalarda, bir türlü filmin içine girmek isteseniz de bunu becerebilmek gerçekten zor. Hamer’in ideal ‘kilo’ yan hikayesi o kadar düz bir şekilde hikayeye katılıyor ki, izlerken yazık oldu böyle zengin malzemeye diyorsunuz. Filmdeki her unsura fazlasıyla ciddiyetle yaklaşılması baştan sona filme karşı mesafeli olmanıza sebep oluyor. Marie’nin Fransa’da duygusal özelliklerle donatılmasıyla değişen karakteri neredeyse filmin son yirmi dakikalık kısmında ortaya çıkıyor ve iş işten geçmiş oluyor.

Filmin samimiyet ‘sıkıntısı’ndan sonraki ikinci noksanı, fazla sahnelerin bir süre sonra yormaya başlaması. Avrupa filmlerinin çoğunda olan ‘keşke kısa film olsaydı’ sendromundan muzdarip bir başka film olarak ‘1001 Gram’ üç kısma ayrılıp her kısımdan on dakika alınarak otuz dakikalık başarılı bir kısa film haline gelebilirmiş. Özünde kısa film materyaline sahip bir filmin gereksiz uzatılan sahneleri, örneğin Marie’nin evde karanlıkta oturduğu sahneler, onun yalnızlığına yapılan ‘vurgu’ olarak yorumlanabilir ancak hikayenin üçte biri ‘vurgu’dan oluştuğunda bu klasik Türk seyircisi olarak beni rahatsız ediyor. Belki Norveç’li bir sinemasever için çok duygusal bir filmdir ‘1001 Gram’, ancak Türk seyircisi için fazlasıyla izlemesi zor, seyir keyfi düşük bir film. Özellikle ikinci yarının ilerleyen kısımlarında hikayenin odağının aşk temasına ve Fransa’ya yönelmesiyle dikkatimi toparlayabildiğimden, Norveç sinemasının kapalı kutu  ve hissiz halinin bana göre olmadığını anladım diyebilirim.

Daha önce ‘Eggs’ ve ‘Kitchen Stories’ filmleriyle festival seyircisinin dikkatini çeken Bent Hamer, insanın fiziki ve ruhani ağırlıklarını karşılaştırırken naif, yalın bir anlatım biçimi benimsiyor ancak seyirciyle iletişimi minimum seviyede tutması büyük bir eksiklik.

Advertisement

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Twitter picture

You are commenting using your Twitter account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s