2009 yılında İran’da casusluk suçlaması yüzünden göz altına alınan ve 118 gün göz altında işkence gören İran asıllı Kanadalı gazeteci Maziar Bahari’nin hikayesini anlatan ‘Rosewater’ filmi, ünlü televizyoncu Jon Stewart imzalı bir drama. Başrolünde Gael Garcia Bernal gibi usta bir oyuncunun olduğu filmde, sinemamızın önemli oyuncularından Haluk Bilginer de filmin oyuncu kadrosu arasında. Bu sene if2015 kapsamında izleyebileceğimiz film, bağımsız ruhtan uzak, stüdyo işi bir film ve bu ‘prodüksiyon’ havası film ile seyirci arasındaki duygusal geçişlerin tam olarak gerçekleşememesine sebep oluyor.
Ortadoğu’yu dışarıdan izlemek mümkün, ancak içerden izlemek imkansız. Maziar Bahari de bu gerçeği göz ardı ederek İran’daki seçimleri içeriden takip etmek üzere yola çıktığında, başına geleceklerden habersizdir. Önce Mahmud Ahmedinejad cephesinden haberler aktaran Bahari, daha sonra onu şehirde dolaştıran şoförü aracılığıyla karşı adayı destekleyen yerleri de haberine eklemeye başlar. Seçimlerin gerçekleşmesiyle ve halkın seçimlerin adil bir şekilde gerçekleşmemesini öne sürerek ayaklanmasıyla, Bahari İran seyahatini uzatmaya ve işlere giderek daha fazla dahil olmaya devam eder. Şoförünün deyimiyle; ‘Kullanılabilecek en etkili silah’ olan kamerasını askerle halk arasında yaşanan çatışmalara yönelten Bahari, bu görüntüleri yüzünden göz altına alınır ve 118 gün boyunca psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalır. Ondan istenen İngiliz ajanı olduğunu ve İran’a toplumu kışkırtma amaçlı geldiğini itiraf etmesidir ve Bahari için dört duvar arasında geçen günler, ajan olup olmadığını itiraf etmesinden çok daha fazlasıdır. Yine aynı topraklarda siyasi mahkum olan ve işkencelere maruz kalan babasını ve ablasını anlamaya çalışan Bahari’nin karşısında hayal gücünden yoksun, kabalıktan ve şiddetten başka hiçbir iletişim yolu olmayan Javadi durmakta. İran’ın Batı’ya açılmış ve yüzünü Doğu’ya dönmüş iki farklı yüzü olarak temsil edilen karakterler başta olmak üzere, genel olarak hikaye ne kadar gerçek olaylardan yola çıkılarak yazılmış olursa olsun, propaganda şiddeti çok yoğun olduğu için filmdeki çoğu etmenin yapay durduğunu söylemek mümkün.
Rosewater henüz başlangıcında yapımcı şirketlerin logolarının gözükmesiyle etkisini yitiren bir yapım zira konusu itibariyle siyasi olan her filmin başta bağımsız bir yapım olması gerektiğini düşünüyorum. Başta taraflı olacağı belli olan film hakkında ikinci dikkat edilecek husus karşıt karakterleri nasıl yansıttığı üzerineydi ki işin en komik, en zayıf kısmı burası. Açılış sahnesinde bir yandan gül suyunun nasıl yapıldığını izleyip, bir yandan gül suyunu süren insanların sadece dindar insanlar olduğunu sanan bir çocuğun seslenişine kulak veriyoruz, ardından filmin kötü karakteri Javadi’yi gül suyu sıkarken görüyoruz, dini geleneklerinden kopmasa da kötü biri olarak lanse edilen Javadi o kadar başarısız ve tek boyutlu bir kötü adam portresi ki, filmin gül suyu-dini simge-kötü adamların dini simgeyi kullanması hikayede doğru düzgün anlatılamadan, bir şey ifade etmeden uçup gidiyor.
Film medeniyetin Batı’da olduğunu ve İran gibi ülkelerin vizyonunu deyim yerindeyse yerin dibine sokan tek taraflı bir düşünceye sahip. Filmin İran analizini iyi yapamaması, odaklanacağı herhangi bir ana fikri olmaması, ortaya sadece Bahari’nin yaşadıklarını anlatan bir skeçler topluluğu çıkarıyor. Her ne kadar film ikinci yarısında seyirciyle duygusal bir etkileşim kurmak için çırpınsa da, hikayenin siyasi olarak ilkokul müsameresi tadında olması seyircinin filmdeki karakterlerle empati kurmasının önüne geçiyor.
Sonuç olarak %100 Amerikan filmi, %100 propaganda ürünü bir film ‘Rosewater’ ve bu yüzden de festivallerde beklediği ilgiyi göremediğini düşünüyorum. Filmden bize Türk seyircisi olarak Haluk Bilginer’i tekrar sinemada görme fırsatı sunmasından başka kayda değer bir özelliği de kalmıyor.