Ira Sachs’ın bu yılın merak edilen ve festivallerde beğeniyle karşılanan son filmi ‘Love is Strange’, kırk yıllık birlikteliklerini evlilikle taçlandıran Ben ve George’un hikayesini anlatıyor. If 2015 programı kapsamında gösterilecek olan film, hafif, sakin ve huzurlu bir atmosfere sahip ve izleyicisini yormadan hikayesini basit bir dille anlatıyor. Ne var ki, anlatılacak hikayenin fazla özellikli olmaması ve hikayenin bir noktadan sonra sadece bahsi geçen çiftin eşcinsel olması üzerinden ilerlemeye çalışması, ortaya kısır, fazla yenilik sunamayan, sönük bir filmin çıkmasına sebep oluyor. Daha sonra tekrar değineceğim ‘konusuz’ hikaye dezavantajına rağmen filmin elindeki en büyük koz Alfred Molina ve John Lithgow gibi oyunculara sahip olması.
George rahip okulunda öğretmen, Ben ise serbest ‘takılan’ özgür bir ressamdır. Hikaye, iki yaşlı adamın yakınlarıyla bir araya gelerek küçük bir kutlama organize edip ardından evlendikleri günle başlar. Evlilik, normalde birlikteliğin başlarında yapılan çiftler arası bir akitken, George ve Ben evliliği birlikteliklerinin son demlerinde bir sonsuzluk işareti olarak görürler. Bu açıdan bakıldığında filmin evlilik töreni ve ardından yaşananları anlatırken bir hayli ilgi çekici. Bu evlilik George’un okuldan atılmasına, okuldan atılması ise George ve Ben’in yaşadıkları dairenin kirasını ödeyememeye sebep olunca, George yakın arkadaşlarının yanına, Ben ise akrabalarının yanına taşınır. Hayatın son demlerinde aralarındaki ilişkiyi birbirlerinden uzakta geçirmek zorunda kalan ikili için bu ‘ayrılık’, çiftin derinlerde hissettiği ‘ölüm ve sonsuz ayrılık’ korkusunun hazırlık aşaması gibi bir durum oluşturur ve bu kötü durumla mücadele etmek çift için oldukça zor olacaktır.
Ölüm aşk hikayelerinin neresinde? Bazı hikayelerde ölüm, aşk hikayesinin sonsuzluğa evrilmesine sebep olur, sonsuza dek çiftler mutlu yaşar. Bazı hikayelerde ise ölüm hiçbir zaman bahsi açılmayan, kötü son gibidir. Ira Sachs, ölümü, günlük yaşantımızda olduğu gibi, hiçbir zaman bahsi geçmeyen ama hep yanı başımızda duran bir hissiyat olarak yansıtıyor hikayesine. Başrol çiftimizin yaşları, onların evleri ayırmalarına verdikleri aşırı duygusal tepkiler, direkt olarak gözükmeyen ancak içten içe hissedilen bir ölüm korkusunu vurgulamakta. George’un baştaki karamsarlığı hikaye boyunca Ben’in hayattan keyif alan resim çalışmaları karşısında yenilip, yerini yaşama sevincine dönüştüğünde hikaye tamamlanıyor ve geriye hayat adına söylenmiş birkaç güzel cümle kalıyor.
Filmin arka planında derinlemesine düşünülmüş, incelikli, kırılgan bir hikaye söz konusuyken, ‘Love is Strange’ ön planda ilgi çekici herhangi bir hikayeye sahip olamadığı için bir hayli sönük bir görüntü çiziyor. Öyle ki filmde hikayeyi sürükleyecek tek konu evlenen çiftin eşcinsel olmaları. Hetero bir ilişki söz konusu olsaydı film büyük olasılıkla bu kadar ilgi bile görmeyebilirdi zira ilk on beş dakika evlenme son on beş dakika da hikayenin toparlanmasıyla geçiyorsa, geri kalan bütün zamanda iki adamın çocuksu duygusal değişimlerini izliyoruz, hem de ana hikayeye katkısı olabilecek bir tane bile yan hikaye mevcut değilken. Ben’in taşındığı akrabalar olsun, George’un garip arkadaşları olsun ne hikayede anlatılanlarla alakalılar, ne de Ben ve George’un hikayesine katkı sağlayabiliyorlar. Çiftin aralarındaki mesafeyi anlatmak için bu kadar uzun bir sürenin kullanılması da seyirciyi ana konudan uzaklaştırıp, boş sahnelerle sıkabiliyor.
Düşünce olarak naif, güzel bir konunun yeterince zenginleştirilemeden anlatılması olarak özetleyebileceğim ‘Love is Strange’, uluslar arası basın tarafından fazlasıyla abartılan, eşcinsel bir ilişkiyi anlattığı için el üstünde tutulduğunu düşündüğüm, sıradan bir film. Ama başrol oyuncularının duyguları seyirciye aktarmadaki başarılarını es geçmemek gerekir, özellikle Alfred Molina’yı izlerken hayran kalmamak mümkün değil.