Francis Ford Coppola’nın kızından sonra bu sefer de torunu sinema aleminde yönetmen olarak karşımıza çıkıyor! Gia Coppola, ünlü oyuncu James Franco’nun yazdığı ‘Palo Alto Stories’ kitabının uyarlandığı filmin hem senaristi hem de yönetmeni. Düşük bütçeli film başta James Franco, Emma Roberts olmak üzere Val Kilmer’in oğlu Jack Kilmer ve küçük bir rolde de olsa Val Kilmer gibi tanıdık oyuncularla dolu. Palo Alto yerleşim bölgesinde yaşayan bir grup gencin büyüme hikayelerine odaklanan film, karakterlerin ortak bir arkadaşlık bağı olmasına rağmen kendi hikayelerini anlatmasına olanak sağlıyor. Yönetmen Coppola, teyzesi Sofia Coppola’nın çizgisine benzer bir yönetmenlik anlayışıyla ve benzer donuk pastel renkleri tercih etmesiyle ilk başta dikkat çekiyor ancak yine aynı teyzesinin filmlerinde olduğu gibi bu filmde de benzer bir tempo ve ana tema sorunu ön plana çıkmakta.
Teddy ve Fred Palo Alto’da yaşayan iki yakın arkadaştır. Teddy (Jack Kilmer) resme yeteneği olan uysal bir çocukken Fred kavgalara karışan, çevreye ve kendisine zarar veren, karşı cinse karşı kaba davranan sorunlu bir çocuktur. Bu küçük kasabada çocukluktan gençliğe geçiş aşamasında onlara aile desteğinden çok içki, sigara ve uyuşturucu eşlik etmektedir. İkilinin beraber katıldıkları bir partide Teddy’nin April adındaki bir kızdan hoşlandığını fark ederiz. April (Emma Roberts) dağınık bir ailenin ilgiye muhtaç kızıdır, okulda ödevlerle boğuşan, gelecekte ne olacağına bir türlü karar verememiş biridir. Aynı zamanda futbol takımında oynayan April, takım koçunun oğluna bebek bakıcılığı yapmaktadır. Genel olarak hikaye Teddy, Fred ve April üzerinden ilerlese de futbol takımının koçu Mr B. (James Franco) ve Fred’in ‘takıldığı’ Emily gibi yan karakterler de filmde önemli yerlere sahipler. Gençlerin katıldıkları bir partinin sonunda Teddy bir araca çarpıp kaçtıktan sonra yakalanır ve kamu hizmeti cezası yer. Bunun üzerine bir yandan cezasını tamamlamakla uğraşırken, diğer yandan onu sürekli suç işlemeye, esrar çekmeye yönlendiren Fred’le ve hoşlandığı ancak bir türlü açılamadığı April’le yüzleşmesi ve hayatına bir yön vermesi gerekmektedir.
James Franco’nun ‘Palo Alto Stories’ öykü kitabı Teddy’nin, Fred’in ve diğer karakterlerin ayrı ayrı hikayelerinin olduğu, bu hikayelerin Palo Alto yerleşim yeri ve sahip oldukları arkadaşlık bağı aracılığıyla ortak bir çatıda toplandığı bir hikayeler bütünü olarak özetlenebilir. Derinlemesine karakter analizinin daha kolay yapılabildiği edebiyat alanının olanaklarından yararlanan bu tarz bir hikaye kitabının sinemaya uyarlanışı elbette ki çok kolay bir durum değil. Öyle ki Gia Coppola her ne kadar James Franco’dan yardım alsa dahi kitapta yaşanan fiziksel olayları direkt olarak senaryoya dahil etmiş ancak edebiyattan sinemaya geçiş süreci içerisinde kitabın ‘olası’ anlattığı pek çok şeyi filmde bulmak mümkün değil. Hiçbir karakterle empati kuramamakla birlikte, yaşanan olaylara da seyirci olarak istenilen tepkileri veremiyor oluşumuz, sönük bir gelişme ve sonuç kısımlarını beraberinde getiriyor ve ortaya sadece karakterlerin boşlukta salındığı, hikayelerini öylesine sonlandırdıkları bir film çıkıyor. Bu ‘hissizlik’ durumuyla ilgili en iyi örnek filmdeki Emily karakteri üzerinden verilebilir. Filmde pek çok erkekle yatan, aşka inanmayan, uzun süreli göz dalmalarıyla ve birlikte oldukları erkeklerle iletişime geçmeye çalışmasıyla bariz sevgi eksikliği yaşayan ve bunu daha çok erkekle birlikte olarak gidermeye çalışan Emily karakteri senaryoda kendisine birkaç sahnede özel yerler ayırtılsa bile seyirciye tam olarak sahip olduğu duygu yoğunluğunu geçiremiyor ve sanki seyirciden karakterlerin zihinlerini okumamız isteniyormuşçasına bir boşluk meydana geliyor. Kitapta muhtemelen içinde bulunduğu duruma acıyacağımız Emily karakteri ne istediğini bilmeyen, tekdüze bir karakter olarak sahnede beliriyor. Aynı şekilde Teddy ile April’in ‘muhtemelen’ fazla sempatik hissettirilmeye çalışılan birlikteliği de edebiyattan sinemaya başarısız bir şekilde uyarlanılan duygusuz sahneler yüzünden sıradan ve sıkıcı bir gençlik hikayesi olarak önümüze çıkıyor. Teyzesi gibi bu boşlukları doksanlı yıllara ait ‘soft’ müziklerle kapamaya çalışsa da, Gia Coppola filmin temposunun ani bir ivmeyle düşmesinin önüne geçemiyor ve bu eksikliklerin üzerine basit kurgu hatalarının da göz yorması seyircinin filmle olan bağını eritip yok ediyor.
Sofia Coppola ‘Lost in Translation’ filminden sonraki bütün filmlerinde umutla beklediğim ancak beni bir türlü tatmin etmeyen bir yönetmen ancak sanırım yeğeninin bende aynı beklentiyi uyarmasına izin vermeyeceğim. Filmin seyirciyle arasındaki mesafenin gerçek değerini son sahnesiyle ölçmek mümkün zira son sahne iyi bir yönetmenin elinde yoğun duygularla izlenebilecek bir içeriğe sahipken, kötü bir anlatım ve sıkılarak geçen bir buçuk saatin sonunda sadece son sahne olarak kalıyor ve filmi tamamlamaktan uzak bir görüntü çiziyor. Filmin ergenliğe geçiş döneminde aileleriyle hiçbir somut bağları olmayan birkaç gencin birbirlerini yaralayarak, birbirlerinin yaralarını sararak büyümelerini anlattığını ve bu tarz bir ana fikre sahip olduğunu söyleyebiliriz ancak bu ana fikir bile öyle silik bir şekilde veriliyor ki, izlerken filmi keşke başkası çekseydi diyebilirsiniz.
Son olarak ‘Coppola’ soyadının Amerikan sinema endüstrisinde büyük bir anlamı olduğunu kabul ediyorum ancak James Franco yazarı olduğu hikaye kitabını uyarlaması için başka biriyle anlaşsa daha iyi bir sonuç ortaya çıkabilirdi. Şimdiyse elde vasat ve bilindik bir gençlik filmi var.
Oldukça başarılı bir inceleme. Seyretmeyenler http://www.turkcealtyazili.com/palo-alto-2013.html