Kendine has üslubu, karakterleri hatta renk tonlarıyla Wes Anderson, her seferinde aynı yumuşak stilini kullanarak ve aynı zamanda birbirinden bağımsız farklı eserler ortaya koyarak bizleri mest etmekte. Son filmi “Moonrise Kingdom” yönetmenin hayal gücündekileri büyük bir güçle ve dinamizmle ekrana yansıtabildiği, eğlenceli bir ‘kendini iyi hisset’ filmiydi. Her ne kadar Wes’in sinemasına olan beğenim “Royal Tenenbaums” filmiyle başlamış olsa da, “Moonrise Kingdom” için yönetmenin kişisel favori filmim diyebilirim. Aradan geçen iki sene içerisinde yönetmenin yeni filmiyle ilgili bilgiler geldikçe heyecanı artan ve hala filmi izlememiş olan sinemaseverlere tek cümleyle yönetmenin teknik ve yazınsal anlamda sinemasını bir üst boyuta taşıdığını söylemek mümkün. Gerçek dışı bir coğrafyada hayali karakterlerin olduğu “The Grand Budapest Hotel” filmi, yönetmenin en iyi hikayesi olmakla birlikte, senenin, hatta son yılların en iyi anlatılmış hikayesi aynı zamanda.
Avrupa kıtasının en uç doğu sınırında, bir zamanlar imparatorluğun merkezi olan Zubrowka Cumhuriyeti’nde geçen film, genç bir kızın sevdiği yazarın büstünü ziyaret etmesi ve anısına otel anahtarı bırakmasıyla başlıyor. Daha sonra hızla zamanda geriye sıçrama yapıp yazarın evine konuk oluyoruz ve yazar o sırada hayal gücünün yaşanılan olaylardan beslendiğini ve asıl hikayenin çevremizde yaşayan insanlarda olduğundan bahsediyor. Ardından hızlı bir geri sıçrama daha yaparak yazarın gençliğinde uğradığı The Grand Budapest Hotel günlerine dönüyoruz ve otelin sahibi olduğu halde küçük bir odada günlerini geçiren Mustafa’yla tanışmasını izliyoruz. Wes Anderson iç içe geçen zaman dilimlerinin hareketliliğinde hikayeye seyircinin gerçekten inanabileceği bir zamansal-mekansal derinlik kazandırdıktan sonra asıl hikayeyi anlatmaya başlıyor, yani Mustafa’nın gençliğinde henüz bir “Lobby Boy” iken otelin konsiyerji olan Gustave H. İle tanışmasını ve Gustave H.’ye otelin müdavimlerinden yaşlı bir kadının paha biçilemez bir tablo vasiyet etmesiyle başlayan macerayı. Bu macerayı Mustafa yazara anlatırken biz de kulak misafiri oluyoruz ve bir anda kendimizi pembe-mor renklerin gözlere banyo yaptırdığı, koşturmacanın ve temponun hiç eksilmediği, hem komik hem de doksanlı yıllardaki ‘adventure’ filmlerin dokusuna uygun bir dünyada buluyoruz.
Yönetmenin kurduğu ‘hayal gücü dünyası’ tüm kendine has detayları ve çeşitliliğiyle inkar edilemeyecek bir zenginliğe sahip. Wes Anderson’un bu büyüleyici dünyasını nasıl anlatabiliriz; renklerin estetik bir uyumla kullanılması, nesnelerin neredeyse filmin başrol oyuncusu kadar büyük bir titizlilikle oluşturulması (örneğin Wolsvagen tip minibüs, yönetmenin çoğu filminde arka plan oluşturulurken ucundan kıyısından gördüğümüz nesnelerden, ya da daha kıdemli bir nesne olarak filmdeki Elmalı Çocuk resminden de bahsedebiliriz), karakterlerin hep bir eksikliğinin olması (Meksika haritası şeklinde lekesi olan Agatha, göçmen Mustafa, otelinde ağırladığı yaşlı kadınlara karşı zayıflığı olan Gustave H.), gözlerinizi kapattığınızda filmi izlemeye devam edebileceğiniz müzikleri… Wes’in hayal gücü dünyasının asıl albenisi tüm saydığım özelliklerin haricinde gerçek dünyayla olan benzerlikleri. Gerçek dünyanın bozulmuş yapısından ve ölüm kokan havasından sanki “Ben bu dünyayı sevmedim, gidiyorum!” diyen ve daha renkli, daha umut dolu karakterler barındıran yeni dünyasını kuran Wes Anderson, filminin kötü karakterlerini hep gerçek dünyadan esinlenerek oluşturuyor ve ana merkezden (bu filmde otelin kendisi) uzaklaştığı her vakit gerçek dünyanın kötüleriyle karşılaştırıyor. Karakterlerimizin otelden çıktıkları ilk sahne aynı zamanda yakında patlak vermesi muhtemel bir savaşın varlığını hissettikleri ilk sahne, bu açıdan Wes’in kurduğu ütopik ve gerçek üstü dünyayı bir nevi kaçış yeri olarak düşünmek de mümkün. Hatta Mustafa ile yazarın buluştuğu ütopik dünyada anlatılan bir hikaye olarak Gustave H.’in anlatıldığı kısımları ütopyanın ütopyası olarak bile değerlendirebiliriz, Gustave H’in hapisten kaçarken sergilediği gerçek dışı performans ve kayak yaptıkları sahne bu hayalin kurduğu hayal olayını pekiştiriyor.
Wes Anderson dünyasında karakterler filme bakış açınızı değiştirecek kadar önemlidir, örneğin Moonrise Kingdom filmindeki Sam-Suzy çiftini Gustave H ya da Mustafa’dan daha çok seven bir seyirci için Moonrise Kingdom filmi daha sıcak gelebilir. Bu açıdan bakıldığında “The Grand Budapest Hotel”i yönetmenin bir önceki filmiyle karşılaştırma yoluna gitmek çok doğru değil, ancak yönetmenin her filmle kendi evrenini biraz daha zenginleştirdiği ve ilerleyen yıllarda kendi tarzını daha evrensel bir boyuta taşıyacağı söylenebilir. Zengin oyuncu kadrosu içerisinde en çok dikkat çeken performans Gustave H. karakteriyle Ralph Fiennes’e ait. Yer yer Jason Schwartzman, Bill Murray, Owen Wilsen gibi yönetmenin klasik oyuncularını da görmek mümkün. Son olarak senenin en iyi filmlerinden biri The Grand Budapest Hotel.