33.Uluslararası İstanbul Film Festivali Akbank Galaları bölümünde gösterilecek olan, 2013 yılının Cannes filminde yarışma filmi olarak boy gösteren Roman Polanski’nin son filmi, usta yönetmenin eşi Emanuelle Seigner’in başrolde şov yaptığı kişisel bir film. Kürklü Venüs oyununun tiyatro uyarlamasını yapmak için oyuncu seçmeleri düzenleyen yazar Thomas, başarısız geçen elemeler sonucunda hala aradığı oyuncuyu bulamaz ve tam elemelerın yapıldığı tiyatro salonundan çıkarken gizemli bir kadın, Wanda’yla karşılaşır. Wanda elemelere geç kaldığını ve kendisine bir şans verilmesini ister, oyunun yazarı ve hırslı oyuncu adayı bir anda kendilerini Kürklü Venüs oyununu canlandırırken bulurlar ve oyunla gerçek arasındaki çizgi yavaş yavaş silinmeye başlar.
Kürklü Venüs, mazoşismin baş eserlerinden biri sayılmaktadır ve hatta kitabın yazarı Leopold Von Sacher-Masoch direkt olarak mazoşisme isim babalığı yapmıştır. Kitap Severin isminde küçükken teyzesi tarafından kırbaçla dövülen ve bu yüzden mazoşist eğilimlere sahip bir karakter ile Wanda isminde dul bir kadını karşı karşıya getiriyor. Wanda despot, kendisini kıskanan güçlü bir erkek istemekteyken, Severin sevdiği kadının kölesi olmak isteyen hastalıklı biridir. İki karakter arasında yapılan anlaşma sonucunda, Wanda, Severin’in kendisinin kölesi olmasını kabul eder ve ikilinin bu yolculuğu hem Wanda’yı hem de Severin’i değişime uğratacaktır ve kadın erkek ilişkileri hakkında karakterlere önemli bir ders verecektir.
Roman Polanski’nin gençliğini andıran Mathieu Amalric ile Emanuelle Seigner film boyunca karşılıklı döktürüyorlar ve bazen oyundan bir
sahne sergileyip, bazen de birbirlerini tanımaya çalışırken, ilerleyen dakikalarda ne zaman oyun oynadıkları ve ne zaman gerçekten birbirleriyle konuştukları anlaşılmaz bir hale geliyor. Oyuncu elemelerine katılan baş karakterimiz ile kitaptaki baş karakterin isimlerinin aynı olması da filmin başından bu mesajı veriyor zaten.
Venus in Fur filmini entelektüel bir taşlama filmi olarak nitelendirmek mümkün. Polanski kendisine benzeyen bir oyuncusu eşinin karşısına yerleştirerek de gerçek hayattaki bir çiftin karşılıklı erkek-kadın ilişkileri hakkında konuşuyormuş izlenimi oluşturmuş. Yani tek bir sahnede üç ayrı katmanı var filmin; kitaptaki Severin-Wanda, filmdeki Thomas-Wanda ve gerçek hayatta Polanski-Seigner. Seyirci de filmde verilen mesajlardan kendisine ayrı bir katman oluşturup erkek kadın ilişkileriyle ilgili çıkarımlar yapabilir, zira film sohbet havasında ilerliyor ve seyirciye sorular sormaktan da geri kalmıyor. Bunu yaparken de Kürklü Venüs kitabının söylediklerini de tamamen kabul etmeyen bir yapısı var, kitabın cinsiyetçi ve hatta ırkçı tavrını eleştiren karakterler kitap hakkında kendi yorumlarını yapıyorlar ve hatta kitabın bazı yerlerini değiştiriyorlar. Erkek-kadın eşitliği olmadan kadın ile erkek yol arkadaşı olamaz, sadece biri birinin kölesi, düşmanı ya da despotu olabilir diyen hikayenin içine kolayca girip oyuncularla bu hoş tartışmaya katılmak mümkün.
David Ives’in oyunundan uyarlama olan hikaye, Polanski’nin kattığı zariflikle değerli, seyirciyi ilk aşamada memnun eden bir eser ortaya çıkarmış. Ancak Kürklü Venüs kitabında olup da hem Ives’in oyununda hem Polanski’nin filminde olmayan ve iki esere de eksi puan katan ise hikayeye sadece Thomas karakterinin gözünden bakabilmemiz. Otuz başarısız oyuncu elemesi sonrasında nişanlısıyla buluşmak için aceleyle ve hayal kırıklığıyla tiyatro salonunu terk etmek üzereyken karşısında Wanda’yı bulan Thomas karakterinin heyecanını, hayallerini, beklentisini yüzünden okuyabiliyoruz ancak Wanda karakteri sorularla boşluklarla dolu bir karakter. İlk sahnede Paris’i fırtınalı bir havada dışarı çıkılması imkansız bir atmosfer içerisinde buluyoruz, fantastik bir ilerlemeyle tiyatro salonuna giren Wanda şehrin diğer tarafından yola koyulduğu için elemelere geç katılan çaresiz bir oyuncu adayı iken filmin devamında özgüveni had safhada bir dişi rolüne bürünüyor, yeri geliyor tiyatro sahnesinin ışık sistemini değiştirebilecek kadar bilgi sahibi olduğunu gösteriyor, kitaba sadece göz gezdirdiğini söylüyor ancak çantasından sahne kostümleri çıkartıyor, yeri geliyor ilk başta elemelere katılmak için yalvaran kadından senaryoyu beğenmediği için sahneyi terk etmek isteyen dominant bir karaktere dönüşüyor. Bu dönüşüm gücün sahipten köleye geçtiğini gösteren kitaba bir gönderme muhakkak ancak bunu fantastik ve arkası boş imgelerle göstermek filmin en zayıf noktası.
Seyirciyle sohbet eden kişisel filmleri hep sevmişimdir, Venus in Fur filmine de ilk dakikadan itibaren pozitif bir bakış açısıyla baktığım için beklentimi karşıladığını söyleyebilirim. Ayrıca usta yönetmenin tiyatro sahnesini farklı duygulara ve türlere göre değişik şekillerde kullanmasına da hayran kalmamak imkansız. Aynı hikaye içerisinde dramı, aşkı, gerilimi ve hatta korkuyu dahi yansıtan yönetmenin sade ama çok renkli bu eserini tavsiye ederim.