Philomena Lee’nin hikayesine baktığımızda, hayatın kendisine acı sürprizler hazırladığını ve daha henüz adı koyulurken ilk sürprizin yapıldığını görüyoruz. İşkence edilerek öldürüldüğü düşünülen Aziz Philomena’nın ismini alan karakterimiz, bu şanssız isminin hakkını vermek istercesine kendi hayatını işkenceye çevirip ölmeye bekleyen yaşlı bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Judi Dench’in yine büyüleyen performansıyla beyazperdede ete kemiğe bürünen Philomena Lee’nin gerçek hikayesi onun elli yıllık işkencesinin bitimiyle başlıyor. Elli yıl önce rahibeler tarafından kurulmuş Magdalene Enstitülerinde yaşarken gayrı meşru çocuğu idare tarafından zengin bir aileye satıldığında kapılarını kapattığı kalbini son bir umutla ve biraz da pişmanlık duyarak tekrar açıyor Philomena Lee ve oğlunu bulmak üzere harekete geçiyor. Pişmanlık duyuyor bu halinden çünkü elli sene beklemesinin sebebi çocuğunun rahibelerin tarifiyle yasak bir ilişki sonrası meydana gelmesi ve kendisini cezalandırması gerektiğini düşünmesi. Ona bu yolculukta yardım edecek kişi ise, inanç bakımından tamamen zıt karakterde olan, kariyeri alaşağı olmuş eski siyasi yazar Martin Sixsmith’tir. Kendisini kurtaracak bir hikaye arayan Martin Sixsmith, düştüğü boşluktan Philomena Lee ile birlikte çıkacağını düşünmektedir. 33.Uluslararası İstanbul Film Festivali açılış filmi olan Philomena, Oscar sezonu boyunca da aldığı 4 adaylıkla adından söz ettirmişti. Özellikle en iyi film dalında Oscar adayı olması ne kadar ölçülü bir karar tartışılır ancak genel olarak bu seneki adayların zayıflığı bu sonuca sebep vermiş olabilir. Stephan Frears “The Queen” filmiyle yine albenisi olan ilginç bir hikaye anlatmıştı ve yine düz anlatımıyla kalbur üstü bir iş çıkarmıştı. Philomena da hayret uyandıracak gerçek hayat hikayesiyle ilgiyi hak ediyor ancak filmin bir dakika dahi seyirciyi şekillendirmeye, heyecanlandırmaya, merak uyandırmaya çalışmaması, sürpriz içeren sahneleri bile meşhur İngiliz soğukluğuyla ve düz bir dille açıklaması, filmi tek boyuta indiriyor. Tür olarak drama-komedi arasında kalan bir film olsa dahi kayıp olan bir oğulun peşinden ilerlerken filmdeki karakterlerin az da olsa dedektiflik ruhuna karışmasını bekliyor seyirci. Ancak film çözümleri yapılmış halde kenarda duran küçük bulmacalardan oluşmakta ve her bulmaca beraberinde çok hızlı bir şekilde çözümünü de getirdiğinden seyirci hikayeyi takip etme adına isteğini filmin henüz ilk yarısında kaybediyor ve daha çok parodi gibi duran komedi öğelerine yöneliyor. İngiliz mizahını sevmesem de bu filmde mizahın tonunu çok yerinde buldum ve filmin anlatımını diri tutan öğelerden biri de hikayenin aralarına serpiştirilmiş bu parodiler.
Philomena Lee’nin elli yıldır kayıp olan çocuğunu araması aslında yaşlı kadına Philomena isminin konulması gibi tesadüf eseri ortaya çıkan bir karar değildir. Philomena ancak o yaşa geldiğinde inancını sorgulayacak konuma gelmiştir. Hayatı boyunca kendisinin cezalandırıldığını, bu yüzden oğlunun zengin bir aileye satılıp kendisinden uzaklaştırıldığını düşünen Philomena elli yıl sonra bu düşüncesini gözden geçiriyor ve en yakın işbirlikçisinin bir ateist, pozisyon gereği düşmanının ise rahibeler olması onun için tam bir ironi. Kişisel olarak verdiği ve inancının asıl değerinin ölçüldüğünü düşündüğü bu en büyük savaşında Philomena ya inancını zedeleyecek ya da diğer yanağını çevirecektir. Filmin gizli bir şekilde il erlettiği inanç sorgulaması ne kadar değerliyse film için, kör göze parmak Philomena-Sixsmith atışmaları da bir o kadar sığ geldi gözüme. Büyük ihtimalle gerçek hikayeden romana, romandan senaryoya dönüşümde eklenen diyaloglardı onlar da.Beklentiyi yüksek tutmadan izlenebilir, hatta televizyon filmi olarak bile düşünülüp ev sinemasında tercih edilebilir ama sürprizden uzak, bilindik çizgilere sahip bu İngiliz filmini Oscar adayı ya da festivalin açılış filmi olarak ele alıp izlediğimizde beklentinin tam karşılanmayacağını söyleyeyim. Öte yandan filmin başka artılarından bahsetmek gerekirse, Judi Dench-Steve Coogan uyumu ile film müzikleri övgüye değer.