2010 yılındaki Incendies filmiyle o senenin en iyi işlerinden birine imza atan Kanadalı yönetmen Dennis Villenevue’in ilk İngilizce filmi olan Prisoners, 90’lı yıllardaki polisiye filmlerin heyecanını yakalayabilen, seyirciyi alıp hikayenin içine sürükleyen, kayıp arayan, evlerde arama yapan, bodrum katta karanlıkta gezinen bir film. 153 dakikalık uzun süresi boyunca özlediğimiz suç filmlerindeki çoğu motifi başarıyla hikayesine serpiştiren yönetmen, yıldız oyuncularıyla birlikte akılda kalıcı bir gerilim filmi ortaya çıkarmış.
Keller Dovar (Hugh Jackman) ve Franklin Bich (Terence Howard) sakin, kırsal bir kasabada çocuklarıyla mutlu bir şekilde yaşayan iki arkadaştır. İki çekirdek ailenin bir araya geldiği klasik şükran günü yemeğinde kızlarının dışarıda oynamalarına izin veren Dovar ve Bich, kızlarından uzun bir süre haber gelmeyince polisi ararlar ve bildikleri tek şey yağmurlu ve puslu havada kızların en son eski bir karavanın yanında görüldüğüdür.
Dennis Villenevue’in filminin açılış sahnesinde Keller Dovar oğluyla birlikte ava çıkmıştır ve oğlu şükran gününde yenilmek üzere ilk avını gerçekleştirir. Ardından babanın oğluna nutuğunu dinleriz; hayatta kalmak için her şeye hazırlıklı olmak ve bütün günümüz imkanlarından mahrum kalsak da ayakta durabilmek ile ilgili. Daha sonra evinin garajındaki malzemelerden de anlarız Keller Dovar’ın hayatla olan mücadelesinde işini şansa bırakmadığını ve her fırsatta ekmeğini taştan çıkaracağını. Bu kadar güçlü gösterilen baba karakterinin kızı kaçırıldıktan sonra ve polislerin sanki kaçıran kişilerle anlaşmış gibi işleri yavaştan almasıyla harekete geçmesi ve baba figürü soruşturmayı ayrı bir kulvarda yürütürken an be an gücünü ve hayata olan inancını yitirmesi, daha önce de polisiye filmlerde gördüğümüz bir soruyu karşımıza getiriyor. Gücünü yitiren protagonistin gücüyle paralel inancını da kaybetmesinden daha kötü ne olabilir? Bir insanın inancını körelten düşman, kaybetse dahi amacına erişmiştir. Bu konuya en iyi örnek olarak Se7en filmini gösterebiliriz, zira Prisoners filminde bu söyleme çok değinilmeden geçilmiş.
Şükran gününde kızların kaçırıldığı ve ailelerin polis merkezine haber verdiği sırada, dedektif Loki (Jake Gyllenhaal) küçük bir restaurantta kahvesini içmektedir ve şükran günü tek başına kahve içerken telsiz çağrısına yakalanan Loki henüz ilk sahnesinde değişik bir karakter olduğunu seyircilere belli eder. Boynunda ve ellerinde dövmeleri olan, göz tikine sahip, hiçbir zaman dava kaybetmemiş bir görev adamıdır Loki, sanki her davada kendi davasını çözüyormuşçasına ölümün sınırlarında gezinir, sanki ölecek o küçük kız çocuğu kendi çocukluğudur. Film boyunca Dovar ve Bich aileleri haricinde bir sürü arıza karakterle karşılaşırız ve davayı çözecek olan dedektif Loki de bu arıza karakterlerden biridir. Sanki soruşturmadaki diğer şüpheliler gibi arıza bir karakterken son anda dedektif olmayı seçmiş ve hayata tutunmuş gibidir, ancak film Loki hakkında çok kısır bilgiler vermekte. Hani Loki’nin maceraları dizi yapılsa oturup izlemek istersiniz; Jake Gyllenhall öyle harika bir performans göstermiş Prisoners‘ta.
Dedektif Loki’nin kaçırma olayının yaşandığı gün henüz bitmeden yakaladığı karavanın sahibi Alex Jones (Paul Dano) soruşturmanın tek şüphelisi olarak Keller Dovar tarafından suçlu ilan edilse de Jones’un çocuk zekasına sahip olması, kendisine sorulan soruları dahi anlayamaması ve karavanında da hiçbir DNA izine rastlanmaması polis departmanı tarafından özgür bırakılmasına yetecektir. Prisoners‘ın kendi karakterini kazandığı çizgi, yasaların bıraktığı Alex Jones’un ardından dedektif Loki ile Keller Dovar’ın iki ayrı yolda ilerlemesi ile başlıyor. Dedektif Loki eski suçluların evlerini ziyaret ederek bir ipucu bulmaya çalışırken, Keller Dovar için tek çözüm Alex Jones’un her şeyi itiraf etmesidir. Böylece Dovar Alex Jones’u kaçırıp babasının eski evine saklar ve soruşturmayı başına ne gelirse gelsin kendi yöntemiyle çözebilecek kahraman Amerikalı olarak yürütmeye karar verir.
Dennis Villenevue hikayeyi hiç boğmadan akıcı bir şekilde anlatırken gerilimin temposunu da aynı başarıyla ayarlamış. Polisiye türün meraklıları için çok sürpriz bir hikayesi olmasa da, Prisoners filmini bu türün başarılı bir örneği olarak saymak mümkün. Incendies filminin oluşturduğu etkiyi beklemek Prisoners filmine yapılacak en büyük haksızlıktır, o yüzden yönetmeni Incendies filmiyle tanıyıp diğer filmlerini izlemek için acele edenlere derin bir nefes almalarını ve bu filme klasik bir tür filmi olarak bakmalarını tavsiye ederim. Dennis Villenevue’in film boyunca anlatım olarak yaptığı tercihler filmin artı hanesine yazılacak en büyük ögeyken, Hugh Jackman’in iki buçuk saat boyunca sinir krizi geçirip abartılı bir şekilde bağırması filmin ender zayıf yerlerinden. Hugh Jackman’i özellikle The Fountain filminde isyan ettiği sahnelerde çok beğenmiştim ancak bu filmde dozu biraz kaçırmış. Jake Gyllenhall ve Hugh Jackman’in haricinde karikatürize bir psikopatı canlandıran Paul Dano’nun da iyi iş çıkardığını söyleyebiliriz.
33. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde ülkemizde izleme fırsatı bulacağımız film, festivalin Akbank Galaları bölümünde gösterime girecek.