Kadere inanmayan insanlar için, bazı sorulara cevap vermek oldukça zordur. Amerikan tarzıyla ve Bluegrass Country müzik grubuyla birlikte Belçika’da özgür bir hayatın keyfini çıkaran Didier ateisttir, onun için ruhun yolculuğu bu dünyada sona erecektir. Yeni tanıştığı Elisa ise dövme dükkanı olan punk ruhlu bir katoliktir, Didier kadar çılgındır, ancak o bu hayatın ardından başka bir hayatın olacağına inanmaktadır. Didier ile Elisa’nın toplumdan yalıtılmış bir çiftlik arazisinde, bir başlarına yaşadıkları aşkın meyvesi hiç beklemedikleri bir anda gelir. 2014 Oscar yarışında yabancı dilde en iyi film adaylarından olan Felix Van Groeningen’in bu filmi, Didier ile Elise’nin 7 yaşındaki kızlarının kanser olması ve bunun üzerine iki farklı inançta ve karakterdeki insanın kırılmalarını anlatmakta.
Elisa, Didier’i Bluegrass grubuyla dinlediğinde, Didier “Will the Circle be Unbroken?” şarkısını söylemektedir ve içerisinde oldukları çemberin ne zaman kırılmaz bir yapıya sahip olacağını sormaktadır. The Broken Circle Breakdown (Kırık Çember), bu şarkıyla niyetini özetliyor aslında; bir ateistin gözünden ölüm nedir, öldükten sonra yok olacak olmanın karakterde uyandırdığı his nasıldır, izlerken çok net bir şekilde bu duyguları hissediyorsunuz. Küçük kızlarının yaşam mücadelesi verdiği sırada inançlarını daha önce hiç sorgulamamış iki karakterin, yaşam-ölüm kavramlarını değerlendirmesine ve düşüncelerindeki dinler arası geçişlere tanık olacaksınız. Filmin kırılma noktası küçük kızın hayatına devam edip edemeyeceği ile ilgili. Evlerinin verandasına çarpıp ölen kargayı sıkıca tutan küçük kızına karganın neden öldüğünü ve şimdi nerede olduğunu söyleyemeyen Didier, daha sonra Elise’ye bunun cevabını en iyi onun verebileceğini söyler, çünkü Elise katoliktir ve dini inançları gereği kızına ölümden sonrasını o yaşlardaki biri için daha kabullenebilir bir şekilde anlatabilecektir. Ancak Elise tepki vermez çünkü şimdiye kadar mantığıyla örtüşen inancının kuralları kızının ölebilecek olmasıyla birlikte yerini soru işaretlerine bırakmıştır. Ne var ki kızlarının yaşam mücadelesinde Didier biraz daha kadere teslim olmuş bir pozisyon izlerken, Elise isyanı, psikolojik yok olmayı yaşayacak ve ruhunun tedavisinde başka dini inançların öğretilerine (reenkarnasyon gibi) bile sarıldığı olacaktır.
Film bünyesinde hem klasik Amerikan film kalıplarını, hem de Avrupa sinemasının ruhunu taşıyan bir Belçika filmi olarak garip bir izlenim uyandırıyor ilk başta. Ancak Amerika hayranı olduğunu söyleyen filmin başkarakterlerinden Didier bu garipliği anlaşılır kılıyor. Filmin dini alt metninin haricinde, Amerika’yla baş karakter arasındaki bağ da filme enteresan bir boyut katıyor. Kızlarının hastalığının sebebini ‘kader’ olarak nitelendiremeyen, somut bir sebep aramak üzere yola çıkan anne-baba, önce kendilerini sonra birbirlerini suçlarlar. Didier bu çıkmazı en sonunda sorunun kaynağını ABD eski başkanı George Bush’a bağlayarak çözer; çünkü hayranı olduğu Amerika’nın eski başkanı kök hücre tasarısını art arda veto etmiştir ve bu yüzden kızı belki de iyileşemeyecektir. Filmde karakterin gözünden George Bush, 9/11 olayları, Papalık seçimi gibi kavramların küçük kız üzerindeki etkisi eleştirel bir gözle aktarılıyor olsa da, aslında inançsızlığın oluşturduğu bir çıkmaz söz konusu ve bu çıkmaz karakterlere bir dünya içerisinde cehennem atmosferi oluşturmakta. Yani ateist, cenneti de cehennemi de dünyada yaşıyor, katolik ise diğer inanışlarla çok fazla iç içe olduktan sonra kendini cezalandırıp arınma yoluna başvuruyor.
Hasta çocuklarının peşinde koştururken kendi kimliklerini keşfeden anne-baba hikayesi yakın zamanda Fransız filmi Declaration of War‘da ele alınmıştı, ancak iki filmde de basit olan konu çok farklı açılımlar yaparak değişik bakış açılarıyla anlatılmakta; ancak dini alt metni bakımından bu filmin biraz daha incelikli bir senaryosu olduğunu söylemeliyim. Özellikle bu kadar kırılgan bir yapısı olduğu halde kusursuz kurgu çalışmasıyla dinamizmini hiç kaybetmiyor film. Hikaye boyunca geçmişe gidip geleceğe atlamalar yaptığımız zamanlarda da yap-bozu tamamlama adına film seyirciyle yer yer oyun oynamakta ve bu hareketlilik filme oldukça olumlu yansımakta.
Şarkılarıyla uzun bir süre sizi meşgul edecek olan The Broken Circle Breakdown’da, Bluegrass tarzı Country müziğe doyacaksınız ve bu müziğe yabancıysanız da tanışmanız için güzel bir başlangıç yeri bu film. Country müzik neşeli parçalarıyla bile hüzünlü gelir insana, bu filmde de genel bir hüzün havası hakim ve hikayenin acıklılığı karakterlerle özdeşleştikçe daha da şiddetlenmekte. Bluegrass şarkılar hem hikayeyi tıkanan noktalarda alıp bir sonraki noktaya taşıyor, hem de karakterlerin iç dünyalarındaki iniş çıkışları ve tutkuları başarılı bir şekilde yansıtıyor. Bu yüzden de müzik tercihinin başarılı bir sonuç verdiğini söyleyebiliriz.
Amerikan esintileriyle oluşturulmuş karakterlerin, hayatın sert yumruğuyla Avrupa sinemasındaki depresif iç hesaplaşmalarına yöneldikleri bu film son zamanlarda izlemiş olabileceğiniz en derin ve hüzünlü aşk hikayesini anlatıyor.