Quentin Tarantino, tür filmleriyle dalga geçen kendine özgü üslubuyla modern sinemanın auteur yönetmenlerinden biri olarak kabul edilir. Şiddeti estetize ederek alaycı bir komediyle harmanlayan anlatımı ilk filmi Reservoir Dogs‘tan bu yana hiç değişmeden devam etti. Muhtemelen bundan sonra da usta yönetmen üslubunu değiştirmeyecektir ama işin ironik tarafı şu ki, Tarantino bir yandan tür filmleriyle dalgasını geçerken, diğer yandan kendi film türünü yarattı ve bu yolda birçok yönetmen de onu takip etmeye başladı. Martin McDonagh‘ın son filmi Seven Psychopaths‘ı izleyince insanın aklına ilk gelen işte bu oluyor.
Kısa filmi Six Shooter‘la Oscar kazanan yönetmen, vahşet ve komedi unsurlarını dengeli bir biçimde bir araya getirdiği bu son filminde bir Los Angeles hikayesi anlatıyor. Country müzik eşliğinde Los Angeles’ın meşhur Hollywood tabelasıyla başlayan Seven Psychopaths, aslında Hollywood’u filme yön veren bir mekan olarak kullanmıyor ama Hollywood’un ilk anda insanın aklında canlandırdığı sinema endüstrisi, hayal üretimi, algı yanılgısı, zihin şekillendiricisi gibi kavramları çağrıştırması bakımından önemli bir yere koyuyor. Bir anlamda, Martin McDonagh filminin hemen açılışında, anlatacağı şeylerin bu çerçeve içinde değerlendirilmesi gerektiğini seyirciye işaret ediyor.
Yedi Psikopat adlı bir senaryo yazmak için gerçek psikopatlarla tanışmaya başlayan Marty ve arkadaşları, yazdıkları senaryo ilerledikçe kendilerini heyecan dolu bir maceranın içinde bulurlar. Bu şekilde Marty’nin senaryosu ile McDonagh’ın senaryosu birbirine paralel olarak gelişir ve McDonagh kendisi ile Marty arasında sağlam bir özdeşlik kurar. Filmde kimi zaman Marty’i kendi ağzından konuşturacak kadar bu özdeşliğin alenileştiğini görmek mümkün. Filmin tamamen erkek karakterler üzerinden ilerleyen hikayesi, kadınların filmde çabucak ölmeleri ve hikayede bir köpek kadar bile ön plana çıkamamaları McDonagh’ın senaryosuna birkaç eleştiri olarak yöneltilebilirdi ancak McDonagh bize bu fırsatı vermeden açıklamasını filminin içinde Marty’nin ağzından yapıyor ve filmde vermek istediği mesajı doğrudan duyuruyor: “Kadınlar için zor bir dünya.” Gerçi pek tatmin edici bir bahane değil ama yine de McDonagh durumu kendi lehine çevirmeyi bilmiş.
Seven Psychopaths, çerçeve hikaye ve Marty’nin senaryosu arasında paralellik kursa da, aslında hayal ettiğimiz abartılı şiddet hiçbir zaman gerçek hayattaki şiddeti aşamıyor. Marty bol vahşet, kan, silah, ölüm dolu bir senaryo yazmak için çabalıyor ama o fark etmese de biz biliyoruz ki kendisi zaten böyle bir hayatın içinde. Kimin psikopat, kimin sağlıklı olduğunun karıştığı filmde, her şeye rağmen çok güçlü bir barışa övgü hissi seyirciye geçiyor. Bunda Martin McDonagh’ın Vietnamlı karakteri kullanış biçimi çok etkili. Vietnamlı, adeta ana karakterlerin ‘alter ego’su olarak yazılmış. Marty ve arkadaşları, kendi yapamadıkları şeyleri hep onun üzerinden hayal ederek, kendilerine dair durmaksızın önemli ipuçları veriyorlar. Senaryoyu yazmaya yeni başladıklarında Vietnamlıyı aşırı psikopat olarak hayal etmelerine rağmen, hikayenin sonuna gelindiğinde onun kendini Budizm’e adadığını, yaptıklarından pişman olduğunu ve barış içinde yaşadığını düşlüyorlar. Böylece kendi iç çelişkilerini de açık ediyorlar ama ana karakterlerin iç çelişkileri o kadar karmaşık ki bu alter ego mevzusunda kim Dr. Jekyll, kim Mr. Hyde; karar vermek zor.
Genelde filmlerin ilk yarım saati karakterlerin, mekanın tanıtımı ve dramatik yapının kurulmasıyla geçer. Bu yüzden de filmin en sıkıcı bölümüdür. Seven Psychopaths ise bu açıdan çok tempolu ilerliyor. Filmde her karakterin tanıtımı birer mini Six Shooter tarzı sahneyle yapıldığından seyirciyi sıkmak şöyle dursun, filme ilgiyi daha da arttırıyor. Bu mini Six Shooter’lar, diyalogla anlatım yerine hikayeyi dramatize ederek filmin görselliğine de büyük katkı sağlamış. Belki de Martin McDonagh’ın senaryosundaki zeka parıltılarının en göz alıcısı karakterlerin bu kısa tanıtım hikayeleri.
Filmle ilgili söylemeden geçmemek gerekir ki, tüm oyuncular çok iyi iş çıkarmışlar. Özellikle Christopher Walken’dan yıllardır bu kadar üst düzey bir performans izleyememiştik ve bu filmle net olarak görmüş olduk ki, Colin Farrell büyük bütçeli sığ maceralardan ziyade böylesi indie filmlerde yeteneğini çok daha net gösteriyor. Brad Pitt bu özelliğinin farkına eninde sonunda varabilmişti; Farrell da elbet bir gün bunu anlayacaktır.
Martin McDonagh filmde uzun günlük diyaloglardan eli silahlı cool adamlara, vahşetin pervasızca gösterilmesinden ara hikayelerle filmde doğrusal zamanın kırılmasına kadar Tarantino’ya özgü birçok unsuru ödünç almaktan çekinmemiş. Neticede Tarantino’yla boy ölçüşecek kadar iyi bir iş ortaya çıkarmış olmasa da, Seven Psychopaths için türünün başarılı örneklerinden diyebiliriz.
Herkese iyi seyirler!