Yönetmen David Michot’un daha önceki filmlerini izlememiştim ve filmin künyesine bakmasaydım izlediğim hikâyenin Amerika’lı yeni mezun olmuş bir sinema öğrencisinin elinden çıkmış olduğunu düşünürdüm. Avustralya’nın kırsal kesiminde, post-apokaliptik bir dönemde geçen “The Rover”, konu olarak insanlar arasındaki iletişimin ve manevi değerlerin tükendiği, şiddetin ve el koymanın başrolde olduğu bir dünyada bir adamın aracının çalınması ve aracını bulmak için sarf ettiği çabaya odaklanıyor. Tür olarak aksiyon-suç-dram karışımı bir film ancak diğer türlerden de yararlanmış yönetmen; özellikle neo-western bir atmosfer oluşturma konusunda sade ancak etkili bir işe imza atmış. Ancak filmin sahip olduğu atmosfer haricinde orijinal bir alt metine ya da sürükleyici bir senaryoya sahip olduğunu söylemek mümkün değil. Öyle ki filmin ‘kendine özgü’ fikrini orijinal bulmak için daha önce hiç film izlememiş olmak gerekiyor; daha önce defalarca izlediğimiz bir ‘tükenmişlik’ hikâyesini ilgi çekicilikten uzak, boğucu ve uzatılmış diyaloglarla anlatmayı tercih eden Michot, Guy Pearce faktörüne rağmen vasat bir film ortaya koyuyor.
Kırsal bir kasabada arabası bir çete tarafından soyulan Eric (Guy Pea rce), hırsızların peşine düşerek arabasını geri almanın mücadelesini verir. O sırada çetenin ‘arkada kalan’ bir elemanı Rey’le tanışır ve onunla birlikte özel bir sebepten dolayı onun için çok önemli olan arabasını bulmaya çalışırlar. Araba ya da arabanın içinde olan bir ‘şey’ Eric için adam öldürecek kadar çok önemlidir. Bu yolculuk sırasında çetenin filmin başında kimden kaçtığına, Avustralya topraklarında yaşanan tükenmişliğe ve insanlar arasındaki iletişim eksikliğine odaklanır hikaye. Ve Eric ile Rey arasında başlayan arkadaşlık ilişkisi, filmdeki bütün karakterlerin sahip oldukları en büyük eksiklik olarak lanse edilir. Konu klasik Hollywood kalıplarına göre filme uyarlansaydı karşımıza temposu hiç düşmeyen, diyalogları az, başla ve bitir modunda geçebilirdi ancak film esas derdini insanlar arasındaki iletişim eksikliği olarak belirlediğinden hikayenin genelinde Eric ile Rey arasındaki diyaloglarla karşılaşıyoruz. Temposu yüksek bir “The Rover” daha iyi bir film yine olmazdı ancak bu haliyle orijinal bir fikre sahip olduğunu düşünüp bu fikri gereksiz onlarca sahneyle uzatması da filme herhangi bir cazibe katmıyor. Başlangıç sahnesiyle birlikte ilk on beş dakika Eric karakterinin gizemli halleri ve korkusuzluğu dikkat çekiyor ancak devamında Eric karakterinin içi doldurulurken karşımıza çok ta dikkate değer bir hikaye çıkmıyor. Eric’in geçmişte işlediği suç ve bunun üzerine yaşadığı travmatik durum post-apokaliptik dönemin yapısıyla uyuşmuyor; eğer günümüzden zaman yolculuğu yaparak ileriki bir tarihe ilerleseydi Dünya’nın ‘umursamaz’ tavrının karşısında şoka uğrayabilirdi ancak Eric o dönemin bir insanı olarak hikayede fazlasıyla yapay ve günümüzden biri gibi yansıtılmış. Rey karakteri ise Robert Pattinson’un abartılı oyunculuğu ve tanındık karakter alt metniyle herhangi yeni bir şey vadetmiyor; Rey karakteri ortaya çıktıktan dakikalar sonra dahi onun hikayedeki gelişiminin ne olacağını ve filmin sonunda başına neler geleceğini anlamak zor değil. Bütün bu bilinen, daha önce işlenmiş kodları ütopik bir evrene taşıyarak filmin önemli kozu olarak kullanmak, sonuç olarak bu tarz bağımsız senaryo klişelerine çokça maruz kalmış seyirciyi boğuyor.
Filmin bir diğer önemli sorunu ise diyaloglar. İnsanlar arasındaki iletişim eksikliğini ön plana çıkaran gelecek temalı bir filmde, hikayenin yarısından fazlası diyaloglarla kapanıyorsa bu diyalogların seyirciyi ayakta tutmasını sağlayacak şekilde dizaynını sağlamak gerekir. Ancak ‘The Rover’ filminde akılda kalıcı, takip edilmesi gereken diyalog sayısı neredeyse ‘sıfır’. Baştan sona kadar, hikaye içerisinde önemli zannedilen bütün diyaloglar boşlukta sallanıyor ve bir yere varamadan yok oluyor. Öyle ki Rey’in geçmişten anılarını anlattığı bir sahne sonunda Eric “Bana bunları neden anlatıyorsun?” diye sorduğunda, hem bir yandan seyircinin can sıkıntısını özetlemiş oluyor, hem de filmden beş dakika çalıyor. Bu ve bunun gibi sahneler bir araya geldiğinde 100 dakikalık filmin yaklaşık 40 dakikası öylesine çekilmiş gibi gözüküyor.
Filmin en büyük numarası Guy Pearce’in başrolde olması. Onu izlerken bir nebze zamanın geçtiğini hissediyorsunuz, onun haricinde filmin sahip olduğu ‘derin’ içerikten etkilenenler olabilir ancak bana fazlasıyla ‘bitirme ödevi’ gibi geldi bu film; fazlasıyla cesur, fazlasıyla esinlenen, ancak kısır bir potansiyele ve sıfır yeniliğe sahip.