Hindistan’da yaygın bir şekilde kullanılan, Harvard’da tez konusu dahi olmuş bir öğlen yemeği sistemi bulunmaktadır. ‘Dabba’ adı verilen sistem eşler/anneler tarafından yapılan ev yemeklerinin bir nevi ‘ilkel kurye ekibi’ tarafından çantalarla taşınarak ofiste çalışan yakınlarına götürülmesi üzerinedir. Ancak Hindistan gibi coğrafyası geniş, ulaşımı zor bir ülke için bu sistemi kusursuza yakın bir şekilde uygulamak, dabba dağıtımcılarını Dünya çapında üne kavuşturmayı başarmıştır. Araştırmalara göre dört milyonda bir yanılma payı olan bu sistem kendisinden beklenmeyecek kadar güvenli ve aynı zamanda ekonomiktir de. Cannes Film Festivali Eleştirmenler Haftası kapsamında gösterilerek İzleyici ödülünü alan Ritesh Batra’nın bu filmi dabba sistemindeki dört milyonda bir olan hata payının gerçekleştiğini varsayıyor ve buradan yola çıkarak ortaya naif bir mutluluk hikayesi anlatıyor. Hint sinemasını takip eden sinemaseverler için tanıdık gelecek Irfan Khan’ın başrolde olduğu “The Lunchbox”, ülkemizde ilk olarak Filmekimi 2013 kapsamında gösterildi ve şimdi de Başka Sinema aracılığıyla vizyonda.
Yoğun iş programını bahane ederek ailesini ikinci plana atan eşinin dikkatini çekmek için özel bir yemek hazırlayan Ila, gönderdiği sefertasının dabba dağıtıcıları tarafından yanlış kişiye gönderildiğini fark ettiğinde önce bu karışıklıktan bahsetmek ister ancak daha sonra yaptığı yemeği silip süpüren esrarengiz adama teşekkür anlamında bir yemek yapmaya daha karar verir. Eşini kaybettikten sonra hayatın canlı renklerine sırtın ı dönen, şehir hayatından bunalmış, emekli olup uzaklara gitmeyi düşleyen memur Saajan Fernandes’e ikinci kez yanlış giden sefertasının içinde bu sefer Ila’nın teşekkür mektubu da bulunmaktadır. İki farklı hayatın bir öğlen yemeğinde çakışmasıyla başlayan hikaye, iki eksik ruhun birbirini onarma yarışına dönüşür.
Dabba sisteminin nasıl işlediğini anlatarak başlayan film, hem Ila’nın hem de Saajan’ın hikayesini kontrollü ve duru bir şekilde anlatıyor. Saajan’ın geçmişte yaşadığı kayıpların ardından şehre bakış açısı, düşüncelerindeki karamsarlık ve gelecekteki tek ışığın emeklilik sonrası kaçıp gitme üzerine olması ve Ila’nın iyi bir eş olmak için çabalaması seyircinin ilgisini çekebilecek iki ayrı ana hikaye oluşturuyor. İki farklı karakterin bir iletişim aracı olarak sefertasını kullanmaları ve gizli mektuplaşmalarında birbirlerine sıkıntılarını anlatmalar halihazırda zaten ilginç bir hikayeyken, aynı zamanda filmin senaryosuna da imza atan Ritesh Batra, yan hikayelerle zengin ve gerçekçi bir dünya oluşturuyor. Ila’nın üst komşusu, Ila’nın annesi, Saajan’ın yerine gelecek olan stajyer memur gibi yan karakterlerin her birinin kendi başına kısa film olacak yaratıcılıkta hikayelere sahip olması, filmi mevcut iyi halinden çok daha yukarılara taşıyor ve mutlaka izlenmesi gereken bir başyapıta dönüştürüyor.
“The Lunchbox” filminin sihirli bir kimyası var. Bu kimyanın hem tanıdık hem de sıra dışı yanı filme gösterildiği festivallerde ödüller kazandırdığı gibi, Hindistanda da büyük bir gişe elde etmesini sağlamış. Yönetmen Ritesh Batra bile röportajlarında özellikle Hindistan’daki gişe başarısına şaşırdığını söylüyor ki, katılmamak mümkün değil. Çünkü Hint sinema seyircisi genel olarak Bollywood imzalı, sonsuza kadar mutlu yaşayan ‘kahraman’ karakterlerin müzikal maceralarına odaklanmışken, aniden çıkagelen ve halkın ‘içinden’ olan bu filme ilgi duymaları, yerel anlamda Hint halkının artık kendisini izlemek istediğini gösteriyor. Daha önce Hindistan’ın arka sokaklarını anlatan filmler çekilmiş olsa dahi “The Lunchbox” filminin bu gişe başarısını göstermesi tesadüf değil. Hint sineması için ‘yeni gerçekçilik’ diyebileceğimiz bir yaklaşımı var filmin, yeri geliyor Saajan karakteri hıncahınç dolu trende ayakta yolculuk ediyor, yeri geliyor öğle yemeğini muz yiyerek geçiren iş arkadaşlarına eşlik ediyor. Ne Bollywood parıltısına sahip, ne de parasızlıktan sürünen karakterimiz, Hint sinemasında eksik kalan ‘orta direk’ tabakayı çok net bir şekilde temsil ediyor ve filmin seyirci tarafından empati kurulması kolay bir yapım olmasını buna bağlamak mümkün.
“The Lunchbox” filmindeki mesajlaşma sistemi dabba sistemi açısından orijinal olsa da bu tarz iki yabancının mesaj yoluyla tanışmasını anlatan filmlere Amerika’dan “You’ve Got Mail”, Güney Kore’den “Il Mare” örneklerini verebiliriz. Kişisel olarak üç filmin de ayrı özelliklere sahip başarılı filmler olduğunu düşünüyorum.
“Slumdog Millionare” ve “Life of Pi” filmlerinden tanıdığımız Irfan Khan’ın harikalar yarattığı ve bakışlarıyla duygudan duyguya atladığı film, size bir buçuk saat boyunca hem melankolik, hem de huzurlu, iç ısıtan bir hikaye anlatmakta. Hazır Başka Sinema kapsamında vizyondayken kaçırılmamalı.