İnsanları birbirine bağlayan, diğer varlıkları da insanlardan ayıran derilerimizin farklılığı mıdır? Aynı deriye sahip olduğumuz her varlık insani özellik gösterir mi ya da bize has olduğunu iddia ettiğimiz duygular başka derilere bürünmüş varlıklarda da mevut mudur? Michel Faber’in ilgi çeken kitabından uyarlanan filmin yönetmen koltuğundaki Jonathan Glazer, Massive Attack ve Radiohead gruplarının video klip yönetmenliğini yaparak ilk olarak dikkati çekmiş ve sinemada en son 2004 yılındaki Birth filmiyle karşımıza çıkmıştı. Nicole Kidman’ın garip bir aşk hikayesinde başrolü oynadığı film, gösterime girdiği festivallerde konusu itibariyle büyük tepki çekmiş, hatta yuhalanmıştı. Şimdiyse karşımızda içerik ve biçimsel olarak yine değişik bir film bulunmakta. Uzaydan gelen bir kadının otostopçu erkekleri öldürmesini anlatan Under the Skin, biçimsel olarak bakıldığında Jonathan Glazer’ın deney tahtası gibi duruyor. Yönetmenin görüntü estetiğinin sınırlarında araştırma yaparken çektiği filmi doğru bir şekilde analiz edebilmemiz için üçe ayırmamız gerekiyor; filmin ilk yarısında sadece öldürmeye odaklanmış uzaylı kadının çevresindeki dünyanın tanımı, ikinci yarıdaki uzaylının kendini insanlarla özdeşleştirmesi ve filmin kitapla olan bağlantısı.
Film bir kılık değiştirmeyle başlıyor, uzaydan gelen başkarakterimiz (Scarlett Johansson) diğer uzaylı arkadaşlarının yardımıyla ölü bir kadının yerine geçiyor ve karavan tipi aracıyla Glasgow’un sokaklarında tur atarak gözüne kestirdiği erkekleri gidecekleri yere bırakma sözü vererek arabasına alıyor. Uzaylının arabasına binen erkekler filmde genel hatlarıyla çirkin, arzularına kolayca yenik düşebilen, maskülen erkekler olarak resmediliyor, öyle ki uzaylıyı takip ederek girdikleri karanlık evin içerisinde büyülenmiş gibi kendilerini bataklık benzeri bir boşluğa atabiliyorlar! Bu erkek avı Scarlett Johansson’un donuk ve seyirciyi geren oyunculuğu, Glasgow’un müthiş doğa manzarasıyla filmin ilk başlarında eğlenceli bir şekilde izletiyor kendisini. Üzerine yönetmen Glazer’in görüntüler ve seslerle oynadığı, her karenin estetiğine önem gösterdiği işçiliği eklenince, bu sıra dışı gerilim kendi kendini bir nevi abartarak beklentileri yükseltiyor. Zaten böyle kapalı ancak çok esrarengiz bir noktaya bağlanacağı beklenen filmlerin en büyük handikapı yine oluşturdukları bu gizem oluyor ve hikayenin gidişatı öyle bir değişiyor ki çoğu bağımsız filmde karşılaştığımız düşüş keşke kısa film olsaydı diye serzenişte bulundurtuyor.
İkinci yarıda uzaylı kadın o ilk yarıdaki femme fatale görüntüsünü değiştiriyor, ‘fil adam’ hastalığı olarak bilinen, yüzünü tümör kaplamış bir adamı kıskacına aldıktan sonra aynadaki görüntüsünü inceleyen uzaylı, güzellik-çirkinlik, iyi-kötü gibi kavramları değerlendiriyor ve insani duygulara sahip olduğunu düşünerek karavanını terk edip kaçıyor, peşinde diğer uzay arkadaşları onu ararken o küçük bir kasabada insanları, doğayı keşfe çıkıyor. Hikayenin devamı hakkında açık vermeden söyleyebilirim ki Jonathan Glazer’ın filmi ilk yarıdaki cazibesini tamamen yok ediyor ve basit bir temele oturuyor. İlk yarıda özenilen estetik sahneler de yerini boş sahnelere bırakıyor. Son on dakikada filmin mesaj kısmına geçiliyor ancak mesajın da tam olarak aktarıldığından şüpheliyim.
Under the Skin‘i izledikten sonra bu film neyi anlattı, yoksa amaç sadece kadın karakterin erkekleri avladığı fantezisini mi göstermekti diye düşünebilirsiniz. Burada da filme kılavuzluk eden, uyarlandığı kitap oluyor. Faber’in yazdığı hikayeyi incelediğimizde gezegenindeki et ihtiyacını karşılayan uzaylı karakterin, değerli olan kaslı erkek vücutlarını hedef aldığından bahsediliyor. Filmde izlerken cinsiyetçi bir alt metin aradığımız hikayenin kaynağında gezegenine erkek eti gönderen bir uzaylının olması başka bir hayal kırıklığı. Ayrıca kitapta çokça doğanın gücü ve doğanın güzelliğinin uzaylıyı etkilemesi, onu görevinden uzaklaştırması konu edinmiş, daha sonra doğanın dengesini bozan erkek motifi yer almış. Film de yer yer doğayla hikayeyi örtüştürme çabası var (sahil sahnesi) ancak en fazla son on dakikada bu konuya yer vermiş Jonathan Glazer. Yine de seyircinin hikayeyi doğayla ilişkilendirmesi için bayağı bir zorlaması gerekmekte. Kitaptaki estetik anlayış filme başarılı bir şekilde işlenebilmiş ancak kitabın politik eleştirel yüzü filmde neredeyse hiç yok, her izleyen filmi kendince ve büyük ihtimalle yanlış yorumlayabilir ya da hiç yorumlamamayı tercih edebilir. Bu da Under the Skin’i alt metni karmakarışık ancak iyi dizayn edilmiş bir film haline getiriyor; tabii bütün iyi niyetimizi filmin ikinci yarısı yokmuş gibi varsayıp kullanırsak…
Başrolde Scarlett Johansson’u çok başarılı buldum, özellikle Mica Levi’nin etkileyici müziği ile birlikte gerçekleştirdiği ayin sahneleri kült olmaya aday.