Tüm insanların uzayda bir gezegende yaşadığı karamsar bir gelecek tahayyülü. Bilimkurgu filmlerinden oldukça alışkın artık sinema severler bu duruma. Dünya yaşanılamayacak duruma gelmiştir ve tüm insanlar dünyayı terk ederek yeni bir gezegende yaşamaya başlamışlardır. Dünyanın yaşanılamayacak duruma gelmesini farklı bir çevre sorunuyla bağdaştırıyor olsa da, distopik bir film olarak After Earth, akla hemen WALL-E’yi getiriyor ama WALL-E’de geride kalan dünya sadece bir çöplük iken M. Night Shyamalan‘ın filminin sıradışı çevre sorunu öngörüsü, senaryo için oldukça parlak bir çıkış fikri sağlıyor. Shyamalan’ın tasarımında insanlar doğaya ve hayvanlara öylesine kötü davranmışlardır ki, gezegeni terk edip gittiklerinden bu yana dünyada kalan hayvanlar insanları öldürmek için evrimleşmişlerdir ve dünya artık insanlar için hiç olmadığı kadar tehlikeli bir yerdir. Daha önce benzeri görülmemiş bu çevre sorunu nedeniyle yetkililer tarafından birinci derece karantina bölgesi ilan edilen dünyaya ne zaman ki insanlığın yetiştirdiği en büyük savaşçı olan Cypher Raige ve oğlu Kitai zorunlu iniş yaparlar, işte o zaman macera başlar.
Bu iniş sırasında Raige yaralanır ve bulunduğu yerden kımıldaması imkansızdır. Baba-oğlun kurtuluşu ise Kitai’nin, kahramanın sonsuz yolculuğuna çıkmasına bağlıdır. Babasını kendisine rol model alan Kitai’nin bu yolculuğu sırasında, Raige teknolojinin yardımıyla sadece uzaktan destek verebilecektir oğluna ve ilk kez birbirlerine bu kadar yakınlaşan baba-oğlun gizli sorunları da bu macera sırasında ortaya çıkacaktır. Baba-oğul çatışması tarih boyunca birçok sanat metnine konu olsa da, After Earth daha çok Çoğunluk‘un yolundan gidiyor ve yavan bir çatışma yerine babasına benzemek zorunda olan oğlun, bir erkek çocuk olarak politik inşasına odaklanıyor gizliden gizliye. Kitai için kahramanın sonsuz yolculuğu babasının yerine geçme mücadelesine dönerken, After Earth teknolojinin de desteğiyle maceranın başından sonuna kadar güçlü bir fiziksel gerçeklik hissini hızla geçiriyor seyirciye.
Bu noktaya kadar her şey iyi gitse de, filmin en temel noktasındaki zafiyet After Earth’ün tüm artılarını önemsizleştirmeye yetecek kadar büyük. Dramatik yapının gelişimindeki ve mizansenlerdeki sığlık ve tahmin edilebilirlik, düşük seviye oyunculuklarla birleşince filmin fiziksel gerçekliğinin yanına ne yazık ki duygusal gerçeklik konamamış. Oysa ki senaryo teorisinde, duygusal gerçeklik fiziksel gerçeklikten daha önemli kabul edilir. Bunun en klasik örneği ise Star Wars. Star Wars’un baba-oğul çatışması üzerine kurulu duygusal gerçekliği öylesine güçlüdür ki, hikayeyi başka bir zamana ve mekana yerleştirdiğiniz takdirde, film inandırıcılığından hiçbir şey yitirmez.
Oysa ki M. Night Shyamalan’ın filmi için seyirciler açısından böylesi bir inandırıcılığın varlığından söz etmek oldukça zor. Belki Will Smith, oğluna torpil yapmaktan vazgeçmiş olsaydı bu inandırıcılık bir parça olsun olumlu etkilenebilirdi ama görünüşe göre oğul Smith babasının torpiliyle oyunculuk kariyeri yapmaya kararlı gibi. Her ne kadar suçun tamamını Jaden Smith‘in sırtına yüklemek mümkün olmasa da, bu kararlılığın son kurbanının After Earth olduğunu kabul etmek kaçınılmaz.