Türk sinemasının 100. yılına adanmış en güzel ödül Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde kazandığı Altın Palmiye ödülüydü. Mütevazi duruşunu bozmadan anlatmak istediğini filmlerinde anlatan, akrabalarından oluşan küçük bir bütçeyle çektiği filmlerden büyük prodüksiyonlara geçişi sürecinde çizgisini bozmadan, yazınsal anlamda Çehov, kurgusal zenginlikte Andrei Tarkovsky ve Ingmar Bergman gibi ustalardan esinlenerek evrensel bir dil yakalayan, Türk sinemasının yaşayan en büyük değerlerinden biridir Nuri Bilge Ceylan. Usta yönetmenin oluşturduğu karakterlerin diyaloglarında da ara sıra belirttiği gibi karşıtlıklardan beslenen bir yapısı var, daha doğrusu Anadolu toprakları üzerinde yetişen insanların zengin portföyünden yararlanan ve bu karşıtlıkları derinlemesine incelemekten büyük keyif duyan bir insan profesörü var karşımızda. “Uzak” filminde kültürel bir çatışmayı yansıtırken, “İklimler” filminde insan ilişkileri arasında yaşanan duygusal çarpışmalara değinmiş, “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmiyle kariyerinin en iyi filmine imza atmış, Anadolu topraklarında yoğrulan farklı kesimden insanları bir çatı altında toplamıştı. Daha önceki filmleriyle Cannes film festivalinin gediklisi olan bir isim olarak, “Kış Uykusu” filmiyle büyük ödülü alması hak edilmiş bir zaferdi ve filmi izledikten sonra anlıyoruz ki Nuri Bilge Ceylan Dünya çapında hem bu yılın, hem de son yılların en iyi filmine imza atmış. Üstelik Nuri Bilge Ceylan her filminde olduğu gibi bu filminde de kendi sineması üzerine olumlu değişikliklere gitmiş ve kurduğu evrensel dili geliştirmiş, kartpostal gibi yansıttığı görüntülerin üzerine bu filmde daha önce hiçbir filminde karşılaşmadığımız kadar çok diyalog eklemiş yönetmen ve bizi üç saati aşkın bir süre boyunca, bir yüzleşmeye, bir düelloya, bir keşfe davet etmiş. Filmin yan karakterlerinden Öğretmen Levent’in kendisinden bahsederken “Daha önce kekemeydim, o yüzden çok konuşursam kusura bakma” demesini, Ceylan’ın kendisine bir göndermesi olarak düşündüm, çünkü eski filmlerinde karakterler neredeyse hiç konuşmaz, konuşurken rahatsız oluyorlarmış gibi bir hal içerisindeyken, bu filmde karakterler tirad üzerine tirad atıyorlar.
Yerel bir gazetede köşe yazıları yazan Aydın (Haluk Bilginer), emektar eski bir tiyatrocudur. Gururla tiyatrodaki eski yıllarını anlatırken kendisini özellikle tiyatrocu olarak nitelendirir ve bir dizi oyuncusu olmadığı için kendisiyle gurur duyar, böbürlenir. Sadece tiyatrocu olması değildir onu gururlandıran, Aydın’ın gözünden bir zafer hikayesidir hayatı, dişini tırnağına takarak kendi deyimiyle ‘eşek gibi’ çalışarak gelmiştir şu andaki konumuna, durmadan çalışmıştır, gençliğini yaşama gibi bir fırsatı olamamış, hep hayatta kalma mücadelesi vermiştir. Mücadele dolu, fikir savaşlarıyla geçen yılların ardından Kapadokya’da baba yadigarı bir otele kapatmıştır kendisini ve kendi krallığını inşa etmiştir. Önemli bir şahsiyet olarak, önemli bir yerel gazetede, önemli konulara parmak basan köşe yazıları yazmaktadır ve özellikle altını çizerek belirttiği, daha önce kimsenin düşünüp yazmadığı ‘Türk Tiyatrosu Tarihi’ kitabının da ön araştırma sürecindedir. Aydın, elit bir duruşu vardır ve bunu bir giysi gibi üzerinde taşır, diğer insanlardan hep bir metre daha uzundur ve kendini kapattığı küçük mağara odalarda mutludur. Nihal (Melisa Sözen) , sahneye giriş yaptığı her saniye Aydın’la arasında görünmez bir gerilimin varlığını belli eden genç eşidir, yardım kampanyalarıyla kocasının yanında ‘ iyiliksever, varlıklı eş’ rolünü oynamaktadır. Necla (Demet Akbağ) ise Aydın’ın yeni boşanmış kız kardeşidir, aslında filme adını veren ve karakterlerin hepsini ele geçiren kış uykusundan ilk uyanan ve diğerlerini uyanışa iten fitili ateşleyen Necla’dır, Aydın’la karakter olarak benzer özelliklere sahip olsa da, hikayenin sonlarına doğru kaybettiğini anlayan ve su yüzüne çıkan ilk kişidir. Eşinden boşandıktan sonra kardeşinin yanına otele yerleşen Necla, daha sonra küçük mağara evlerinde sıkışıp kaldıklarını, zamanda ve mekanda hareketsiz bekleyen ve kendi küçük avuntularını zenginleştiren bireyler olduklarını fark eder ve bunu Aydın’ın da fark etmesini ister. Kiracısı olan genç imam ve kardeşinin ailesi ev kirasını ödemedikleri için icra işlemini başlatan, bunun sonucunda trajik olaylara sebebiyet veren Aydın’ın, hiç farkına varmadan sebep olduğu ve kayıtsız kaldığı bu olaylar üzerine köşe yazısında genç imamın kirli ayakkabılarını referans alarak din adamlarının daha bakımlı olması hakkında yazılar yazması ve bu fikrin ‘tuttuğunu’ düşünüp, egosunu şişire şişire konunun üzerine gitmesi kardeşi Necla’yla aralarında bir tartışmaya sebep olur ve uyanış başlar. Aydın’ın kendi hayatı hakkında keşfettikleri gizli bir aydınlanma süreci içerir, diktatörü olduğu krallığında çevresindeki herkesin özgürlüğünü kısıtlayan bir engel olduğunu fark eder ancak gerçekte çevresini kaybetmemek uğruna onların hizmetçisi olmayı dileyecek kadar da yalnız bir adamdır. Onun için imamın kardeşinin neden hapse girdiği ve ailesine bakmak için nelerle uğraşmak zorunda olduğu önemli bir konu değildir, kira yatmamıştır, kira işleriyle yardımcısı Hamdi ilgilenmektedir ve genç imamın Hamdi’yle görüşmesi gerekmektedir. İmamın kendisini ziyarete gelmek için kat ettiği mesafe ve oteline giden yolun toprak yol olması önemli değildir, ancak imamın ayakkabılarının kirli olması üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur ve nedense onun için bütün imamların ayakkabıları pistir. Aydın’ın kış uykusundan uyanırken yüzleştiği gerçekler, oteline giden yol toprak olduğu sürece gelen herkesin ayakkabılarının pis olacağı gerçeğini vurur yüzüne.
Filmin ilk yarısı Aydın ile kardeşi Necla arasındaki diyalogların hakimiyetinde geçerken, yan hikaye olarak genç imam ve onun gariban ailesi dikkati çekmektedir. Filmin ikinci yarısı Aydın ile Nihal arasında geçer daha çok, Nihal’in bağış toplamak için otelde düzenlediği toplantılardan birine katılmak isteyen Aydın, Nihal’in filmin başından beri değişmeyen soğuk ve aşağılayıcı bakışlarıyla karşılaşır Nihal davranışlarıyla, sözleriyle, tüm varlığıyla Aydın’a ceza vermek istermiş gibi bir ruh hali içerisindedir, Nuri Bilge Ceylan Nihal karakterini açıklarken hikayenin paralelinde Aydın’ın kısa süreli bir müşterisi için yılkı atı satın almasını ve onu evcilleştirmek için küçük bir yere hapsetmesini anlatır ve özgür bir ruha takılan prangaları göstermek adına en etkili sahneleri izletir seyirciye, aynı o yılkı atı gibi Nihal de kendisini bir hapis hayatı içerisinde hissetmektedir ve bu hapisten kurtulmak için suni bağış kampanyaları düzenlemektedir. Kış uykusundan uyanan Aydın kendisinden uzaklaşan egosunu yakalamak için Nihal’i içinde bulunduğu uykudan uyandırmak ister ve genç kadının bağış kampanyası düzenleme hakkında hiçbir bilgisi olmadığından dem vurur. Necla kendi kayboluşunda Aydın’ı uykudan uyandırıp arka plana geçerken, Aydın da aynı şeyi Nihal’e yapar ve gideceğini söyler, aslında bilmedikleri kaybolan ruhlarının birbirinden farkı olmadığıdır. Ceylan’ın insan ruhundaki gösteriş budalalığını en iyi yansıttığı sahnelerden biri Nihal’in imamın evini ziyaret ettiği sahnedir. Çantasında imamın ödemediği ev kiralarına çokça yetecek bir miktar para vardır, para karşılığında Nihal hiçbir şey istemediğini söyler ve bunu bir iyilik olarak düşünmelerini ister. Ancak Nihal Aydın’ın karşıt karakteri olarak gözükse de o da egosunu tatmin etme adına bilinçsiz hareket eden, kayıp bir özgür ruhtur, ailenin acıklı hikayesini dinlemek ister, paranın nasıl bir dramayı onaracağını öğrenir ve bununla huzur bulur. Ne egonun, ne paranın, ne de herhangi bir benliğin altında ezilmeyen özgür ruh ise imamın kardeşine aittir ve gözünü dahi kırpmadan para dolu zarfı ateşe atabilecek özgürlüktedir. İmamın kardeşi İsmail gözü yaşlı bir şekilde o sırada oğlunu izlerken, Nihal paralar yerine kendisi yanıyormuş gibi acı çeker, Aydın’ın, Necla’nın ve kendisinin tek karede özetlenen görüntüsü, sobada yanan para kağıtlarından ve o kağıtların oluşturduğu yapay ego katmanlarından ibarettir.
Çehov’un hikayelerinden esinlenilerek oluşturulan senaryo, Nuri Bilge ve Ebru Ceylan çiftinin bu zamana kadar oluşturduğu en dolu, insanı kendi varlığında boğacak kadar rahatsız edici yazınsal yapıtı. Filmi izlemeden önce üç buçuk saatlik filmin süre olarak seyirciyi rahatsız edeceğini düşünürken, aslında seyirciyi rahatsız edecek olan tek şey filmin gerçekleri yüze çarpma konusundaki becerisi ve dürüstlüğü. Haluk Bilginer, Demet Akbağ ve Melisa Sözen’in karşılıklı döktürdükleri her sahnede insan nefesini tutarak takip ediyor olayları ve bir vakit sonra filmi takip ederken nefessiz kalmak dahi olası.
Her izlendiğinde farklı bir ayrıntının dakikalarca sizi meşgul edeceği, Aydın’ın önyargılarla dolu dünyasında gerçeğin ne olduğunu ararken kendi dünyamızda ne kadar gerçekçi olduğumuzu sorgulayan, üç saatlik süresi boyunca dinamiğini bir an bile kaybetmeyerek mükemmel bir yönetmenlik ve kurgu işçiliğine sahip “Kış Uykusu” unutup kaybetmememiz gereken, Türk sineması adına çok önemli bir armağan, bir başucu kitabı.