Dünyayı robotların ele geçirdiği ve insanlarla robotların karşı karşıya geldiği fantastik filmlere seyirci olarak alışığız ve her filmde benzer soruları kendimize soruyoruz; “Gerçekten bir gün robotlar dünyayı ele geçirip insanları köleleştirebilir mi?” Farkında olmadığımız ise, uzaylılar nasıl filmlerde karakteristik bir şekilde koca kafalı elips gözlü resmediliyorsa, robotlar da metalik bir vücuda bürünmüş insanın mekanik hali olarak resmediliyor ve bu yanılgıyla robotların /teknolojinin ürettiği makinelerin bizi henüz ele geçirmediklerini düşünüyoruz. Halbuki bilgisayar, cep telefonu ve bu iki aygıtın içerisindeki milyonlarca farklı özellik ile birlikte insanoğlu artık kendi dünyasının sahip olduğu gerçeklikten başka sanal hayatlar üretiyor ve oluşturulan bu sanal hayatlar çoktan insanlığın gerçek formatını ele geçirmiş bulunmakta. Artık makineler sayesinde konuşuyor, yazı yazıyoruz, internet aracılığıyla geziyoruz ve neredeyse kendi gerçek kimliğimizi kullanmadan ve bedenimizi hareket ettirmeden pek çok işimizi görebiliyoruz. Sanal dünyanın insanlara sunduğu bu sonsuzluk insanı suni bir özgürlüğe kavuştururken vücudumuzun ve ruhumuzun paslandığının çok zor farkına varabiliyoruz. 2012 yapımı, 32. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen, Henry Alex Rubin’in eleştirel bir yaklaşımla ele aldığı Disconnect, popüler kültürden beslenerek dört farklı hikaye üzerinden gerçek hayatla sanal hayatı karşılaştırıyor ve karşı karşıya getiriyor. Bunu yaparken de ucuz bir “Teknoloji kötüdür” söyleminden çok, teknolojinin doğru kullanımının öneminin ve teknolojiyle insanoğlu giderek yakınlaşırken unutmamamız gereken şeylerin altını çiziyor… Disconnect filmi eleştirisi