Fitzgerald‘ın klasik romanı The Great Gatsby‘den Baz Luhrmann‘ın uyarladığı film, bu yıl Cannes Film Festivali’nin açılış filmiydi. Zaten böylesi ünlü bir romanı sinemaya uyarlamak riskli bir hareket iken, 1974’te Jack Clayton‘un çektiği unutulmaz versiyonun üzerine bu işe kalkışmak ise gerçekten cesaret isterdi. Baz Luhrmann bu cesareti gösterdi ama filmi Fitzgerald’ın romanı ve Clayton’ın filmiyle kıyaslayan eleştirmenler tarafından acımasızca eleştirilmekten de kurtulamadı. Oysa ki, 2013 yapımı bu film için kendi içinde bir değerlendirme yapacak olursak çok daha adil yorumlara ulaşabiliriz.
20’li yılların Amerika’sını anımsatan müzikler eşliğinde başlayan siyah-beyaz jeneriğin ardından görüntü renklenir ve Jay Z‘nin günümüze daha yakın müziklerinin başlamasıyla bir anda kendimizi New York’un ortasında buluruz The Great Gatsby‘i seyrederken. Nick Carraway yazar olmak isteyen ama New York’a gelince kendini borsada hisse alıp satar pozisyonda bulan bir adamdır. İdealist görünse de, aslında baştan çıkarılmaya çok müsaittir. Onun asıl amacı, sadece çalışmayla kendi başına bir yerlere gelmiş bir adam olarak başarıya ulaşmaktır ama o, New York gibi bir metropolde bunu yapabilmenin hem ne kadar olası, hem de bir o kadar olanaksız olduğunu bilmez. 20’lerin New York’u alkol, uyuşturucu ve seksten ibarettir. Böylesi bir ortamda, güçlü bir karaktere sahip olmayanların işi ise çok zordur çünkü baştançıkarıcılık yanıbaşımızda bekler bizi. Öyle ki, bir komşu kadar yakındır bize ve tabii ki Nick’e. Böylece, onun da kendisini delicesine eğlenilen, alkol, uyuşturucu ve kadın dolu bu rengarenk partilerde bulması uzun sürmez. Bu noktada 3D teknolojisi, hızlı kurgu ve Jay Z’nin müzikleri sayesinde, sanki bu başdöndürücü partideymişiz gibi bizi de kolaylıkla dahil ediyor filmine Baz Luhrmann ve böylece Nick ile duygusal bir bağ kurarak hikayesini daha yakından takip etmeye başlayabiliyoruz.
Bu çılgın partilerin en büyüklerini ise her zaman, Nick’in evinin hemen yanındaki şatoda yaşayan Jay Gatsby verir. New York’ta Gatsby’i tanımayan yoktur ama aslında sadece ismini bilirler. Kimse onun gerçekten kim olduğunu bilmez. Hakkında insanlar tarafından uydurulmuş hikayeler yayılır kulaktan kulağa. Gatsby adeta bir mittir; aynen ABD gibi. Sadece inanılarak ve hakkında konuşularak tekrar tekrar üretilen bir mit. Nick ile Gatsby dost olduğundaysa, görürüz aslında Gatsby’nin ABD’nin ta kendisi olduğunu. Sıradan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Gatsby, fırsatları değerlendirerek başarıya ulaşmış, elindeki her şeyi kendi başına kazanmış bir adamdır ve şimdi etrafındakiler için bir kurtarıcı rolündedir. Gatsby’nin hikayesinin ABD’nin ulusal tarihiyle birebir benzerlikler taşıdığı su götürmez. (Bir kurtarıcı ve kazandığı her şeyi kendi çalışmasına borçlu bir adam olarak ABD’nin Hollywood’da üretilen imajı hakkında detaylı bilgi almak isteyenler Peter C. Rollins‘in derlediği The Columbia Companion to American History on Film kitabına bakabilirler.)
Gatsby nasıl ABD’nin vücut bulmuş haliyse, Amerikan rüyasına kapılmış Nick de tüm olaylara şahit olup sonunda delirerek New York şehrini temsil eder hikayede. Amerikan rüyası trajik biçimde çökmüştür. Geriye o yılları yaşamış ve gördüklerinden ciddi hasar almış bir New York kalmıştır. İşte Gatsby’nin ölümünün ardından Nick’de kalanlar da bunlar.
Haliyle kadın-erkek ilişkileri, ırkçılık, sınıf çatışmaları ve hepsinden önemlisi Amerikan rüyası etrafında örülen bu sürükleyici hikayeyi Nick’in macerasından ibaret sanmak yanlış olur. The Great Gatsby New York’un hikayesidir. Bu müthiş metni tempolu bir anlatım, rengarenk set tasarımları, 3D teknolojisinin üstün sinematografisi ve özellikle de Jay Z’nin müzikleriyle bezeyen Baz Luhrmann’ın da hakkını teslim etmek gerek. Moulin Rouge ve Australia gibi büyük bütçeli, eğlenceli ama sığ filmlerin ardından, yönetmen bu kez The Great Gatsby’de büyük bütçenin hakkını veriyor doğrusu.
Herkese iyi seyirler.
bakış açım değişti 🙂 güzel bir yazı..