Yönetmenliğini, daha önceden ismini Primer filminden duyduğumuz Shane Carruth’un yaptığı Upstream Color, 32. İstanbul Film Festivali’nde ilk olarak Türkiye’de görücüye çıkmış ve Mayınlı Bölge filmleri arasında gösterilmişti. Basmakalıp hikaye anlatım usullerinden uzak bir çizgide ilerleyen ve ses sanatını etkileyici bir şekilde kullanan film, algıları zorlayan konusuyla bu senenin en ‘kafa açıcı’ filmlerinden biri.
Upstream Color’da hakkında hiçbir bilgiye ulaşamadığımız esrarengiz bir hırsız (Thiago Martins), insanların zihinlerini bulandıran özel bir tür solucan kullanarak kaçırdığı kişilerin evlerine girmekte ve hırsızlık yapmaktadır. Kris (Amy Seimetz) ise hırsızımızın son kurbanı olarak zihni bulanık bir şekilde hırsız tarafından soyulmaktadır ve bu soygunun ardından hayatına eskisi gibi devam etmesinin imkanı yoktur. Çünkü solucanların insan vücuduna nüfuzundan sonra hem vücutta hem de zihinde oluşturulan tahribat çok yıkıcıdır. Derin bir depresyon halindeki Kris’e çıkışı, hırsız tarafından daha önceden soyulan bir başka mağdur Jeff (Shane Carruth) gösterecektir. İkili kendilerinde oluşan depresyonun kaynağını bulmak için bulanmış zihinlerinin en derinlerine ineceklerdir.
Aynı trajediyi yaşayan insanların birbirlerine tutunarak verdikleri mücadele ve sonrasında ayakta kalma çabaları belki özgün bir hikaye gibi gözükmüyor olabilir lakin film bütün özgünlüğünü yönetmenin görüntüleri ve sesleri karıştırma ustalığından elde ediyor ve seyirci açısından anlatımı yakalamanın zor olduğu ama akıcılığı da bırakmayan bir film ortaya çıkıyor. Filmin asıl sürprizi ise vücuda giren solucanları çiftliğindeki domuzlara nakleden ve insanları bu şekilde tedavi eden, bunun sonucunda da insanlar ile domuzlar arasında psişik bir bağ oluşturan karakter. Film esnasında sürekli doğadaki malzemelerin birbirleriyle olan etkileşimlerinden çıkan sesleri kaydeden bu karakterin domuzlar üzerinden insanlarla kurmaya çalıştığı bağ ve onların üzerindeki hakimiyet isteği, hırsızın ve Kris ile Jeff’in yanında bir başka hikayeye daha parantez açıyor. Tabii gösterildiği festivallerde ödüllendirilen filmin ses efektlerindeki ve sesi kullanmadaki başarısını bir kez daha hatırlatmakta fayda var.
Filmin en büyük handikapı ise süresi. Bağımsız Amerikan sinemasının genel sorunlarından biridir filmin süresi. 60-70 dakika sürse belki de hikayenin süredeki dağılımı açısından kusursuza yakın bir film ortaya çıkacakken Upstream Color’da konunun süreyle birlikte uzaması yüzünden kopmalar başlamakta. Filme şans verip bu senaryodaki kopuklukların olumsuz etkilerine maruz kalmazsanız, Upstream Color etkileyici ve ilginç yöntemleri olan bir film. Ayrıca not olarak, tüm filmin Panasonic GH2 ile çekildiğini de teknik bir ayrıntı olarak belirtmekte yarar var.