Alfred Hitchcock tarafından çekilen 1960 yapımı korku ve gerilim filmi olan Psycho’nun Türkiye’de gösterime giriş yılı 1965. Film, temel olarak bir emlakçıda çalışan sekreter Marion Crane (Janet Leigh) ve yalnız yaşayan motel sahibi Norman Bates (Anthony Perkins) arasındaki karşılaşmayı anlatıyor. Marion ve farklı bir şehirde yaşayan sevgilisinin evlenmelerinin önündeki tek engel yeterince paralarının olmayışıdır. Bu yüzden Marion’ın patronunun kendisine emanet ettiği 40 bin doları alıp kaçmak için bir saniye bile düşünmesine gerek olmaz. Sevgilisine giden yoldaki amatör fakat kararlı hali ve polisin takibe aldığı Marion’ın her an yakalanabileceği ihtimali görünür hale getirilerek, seyirciye verilmeye çalışılan gerilim duygusu başarıyla oluşturulmuş. Filmin başında esas konu gibi görünen 40 bin doların 25. dakikadan sonra hiçbir öneminin kalmaması ve olay örgüsünün tamamen farklı bir noktaya yoğunlaşması da bizzat Hitchcock’un sinema dünyasına kazandırmış olduğu bir McGuffin klasiği.
Film, Amerika’da sansürün fazlasıyla ağır olduğu bir dönemde çekildiğinden öncelikle Alfred Hitchcock’un otosansürüne maruz kalmıştır. Örneğin, filmin var olan teknolojiye rağmen neden siyah-beyaz olduğu sorusuna yönetmenin cevabı, “Renkli olması halinde, kanın en kırmızı haliyle filmde bolca kullanılacak olmasının yaratabileceği sorunu ortadan kaldırmak” olmuş.
Psycho, en temelde Oedipus kompleksinin bir örneği. Oedipus kompleksi, psikanalitik teorinin kurucusu olan Sigmund Freud‘a göre karşı cinsteki ebeveyni sahiplenme konusunda çocuğun beslediği duygu, düşünce, dürtü ve fantezilerin toplamıdır. Freud’un bu teorisi ismini Yunan mitolojisinde Sofokles‘e ait Kral Oedipus hikayesinden alıyor. Filmde de seyircinin son on dakikaya kadar emin olamadığı, hatta “Katil kim?” sorusuna verilebilecek cevaplar listesinde alt sırada tuttuğu ismin işlediği cinayetlerin Oedipus kompleksinin bir çeşit şizofreniye dönüşmesinin sonucu olduğunu görüyoruz.
Psikiyatrideki şizofreni tanımından farklı olan sinemadaki şizofreninin kullanıldığı tek film tabii ki Alfred Hitchcock’un Psycho’su değil. 50 yılı aşkın bir süredir sinemada onlarca örneğini gördüğümüz şizofreninin, sinemacılara verdiği ilham şaşırtıcı da değil aslında. Bir çeşit delilik gibi gösterilen şizofreni, seyircinin her zaman ekranda görmek istediği, böylece hayatından uzaklaştırabileceği bir akıl hastalığı olarak nitelendirilmiştir. Çoklu kişilik bozukluğu yaşayan kahramanların sıradışı ve gizemli hikayelerini seyretmek bir yandan kontrollü gerilimi hissetmek isteyen seyirciye istediğini verirken, diğer yandan da deliliği beyaz perdede bırakıp evine dönerken deli olmamanın verdiği hazzı hissetmesini sağlamaktadır.
Psycho ile bağdaştırılan bir diğer Freudian teori ise id, ego, superego. Slavoj Zizek, Norman’ın evinin üç katını bilincin bu üç ögesiyle eşleştiriyor. Giriş katı ego’dur; ego, insanoğlunun dış dünya ile uyum içerisinde yaşamasını sağlayan zihinsel işlevler bütünüdür ve Norman kendi hayatını normal bir şekilde bu katta yaşamaktadır. Annenin odasının bulunduğu ve dedektifin öldürüldüğü kat superego’dur. Anne de aynı superego gibi istekleri bitmeyen ve asla memnun edilemeyen bir karaktere sahiptir. İd ise bodrum katla eşleştirilir. Norman tarafından saklanmak amacıyla bodrum katına taşınan anne daha da tuhaflaşır ve “Am I fruity?” gibi toplumsal kurallara uymayan sözler etmeye başlar.
Alfred Hitchcock, Psycho’nun uyarlaması olduğu kitabın telif hakkını yazardan satın aldıktan hemen sonra kitabın piyasadaki tüm kopyalarını da satın alarak sürprizli sonunun mümkün olduğunca duyulmamasını sağlamış. Bugün sinemada birçok örneğini görebileceğimiz bu ‘filmdeki birçok cinayeti işlemesi ya da tuhaf davranışı gerçekleştirmesi kendisinden hiç beklenmeyen karakterin filmin sonunda şizofren olduğunun ortaya çıkması’ konusu yavaş yavaş sinemanın klişeleri arasında yerini almaya başlasa da 1960 yapımı Psycho, hem birçok ilki içermesi hem de gerilimi bu kadar başarılı bir şekilde vermesi bakımından benzerlerinden apayrı bir yerde duruyor.