Interstellar (2014): Optimist Nolan ve Bir Şekilde Hallederiz Anlayışı

Interstellar  Bilim kurgu türünün sevenleri için usta yönetmen Christopher Nolan’ın kara delikler, görecelik kuramı, yer çekimi, zamanda atlamalar ve benzeri konularla ilgili bir uzay filmi çekiyor olması uzun zamandır merakla beklenen bir gelişmeydi. Gittikçe senaryo anlamında kısırlaşan Hollywood’u ayakta tutan isimlerden biri olan Nolan hikaye anlatmadaki ustalığını bu uzay konsepti içerisinde de konuşturuyor ve daha önce ‘Inception’ ve ‘Dark Knight’ filmlerinde gördüğümüz formülünü hiç değiştirmeden ‘Interstellar’ filminde de kullanıyor. 169 dakikalık uzun süresi boyunca seyircinin dikkatini canlı tutmayı beceren Nolan, görsel şov oluşturmadaki başarısını sürdürüyor. Ancak henüz ilk cümlelerde Nolan’ın adının yanında belirtmem gereken bir isim daha var ki, işin aslı filmin kendisinden çok o ismin ürettiği eserlere heyecanlandığımı belirtmeliyim; Hans Zimmer. Ünlü besteci Zimmer, kariyerindeki en etkileyici işlerden birine imza atıyor ve filmin sürükleyicilik anlamında yükünü tek başına taşıyor.

Dünya kaynaklarının iyice azaldığı, devlet bütçelerinin son çare olarak sadece tarıma yöneldiği bir gelecek tasvirinde buluyoruz kendimizi bu filmde. Şanssız bir kaza sonucu pilotluk mesleğini bırakan Cooper, sürekli toz fırtınalarının içinde kaybolan çiftlik hayatına döner ve orada iki çocuğu ve kayınpederiyle sakin bir hayat yaşamaya çalışır. Daha sonra Cooper’ın çiftlikten Satürn’e ve kara delik aracılığıyla başka galaksilere yolunun nasıl düştüğünü anlatmak zor, arada Nolan’vari bol tesadüfler mevcut. Filmin ana hikayesi Cooper’in ailesini geride bırakıp çıktığı uzay yolculuğunda, insanlığın geleceğini kurtarmak için verdiği mücadele üzerine. Yani aslında klasik bir dünyayı kurtarma operasyonu söz konusu. Klasik olmayan ise, yolculuğun  kara deliğe kadar değil de, sonrasına kadar uzanması ve kara deliğin ne olduğu üzerine orijinal bir fikre sahip olması. Hatta son cümleyi bir iddiayla süsleyecek olursam, Nolan sadece kara delik ve görecelik kavramı üzerine sahip olduğu fikirlerle alakalı yirmi dakikalık bir düşünceyi anlatmak için etrafını yüz kırk dakikalık bir Hollywood güzellemesiyle doldurup servis ediyor. Hans Zimmer’dan sonra filmden çıkınca akılda yer edinen bir diğer unsur kara delik olayı ve diğer bilimsel konular. Belki konuyla ilgili araştırmalar yapmış, hakim kişilerce pek çok açığı, mantık hatası bulunabilir. Bu tarz konuların sinemaya uyarlanmasında ancak Nolan’ın ciddi bir şekilde bu konulara kafa yormasını ve bunu en ‘yalın’ şekliyle seyirciye öğretir gibi anlatmasını takdir ediyorum. Bilimle arası akıllı telefonlarla sınırlı geniş bir popülasyonun kafasına vura vura üç saat boyunca kara delik mevzusunu hiç dikkat dağıtmadan anlatmak önemli bir marifet.

Interstellar

Nolan’ın kara deliğe olan bakış açısı ilgiye değer bir fikir ve sinemada izlenmesi gereken bir görsellik vaat ediyor ancak sonuç olarak kara deliğin ardındaki bilinmezlikle karşılaştığımızda, uzayın soğuk ve ıssız sonsuzluğuna uyuşmayan bir optimist duruşla karşılaşıyoruz. Filmin içeriği ile ilgili bu keskin yol ayrımında akla ister istemez geçen senenin en başarılı filmlerinden ‘Gravity’ geliyor. Alfonso Cuaron’un filmi uzayda geçmesine rağmen bir bilim kurgu filmi değildi ve gücünü gerçeklikten alıyordu. Gerçeklik vurgusu, filmin baş karakterlerini çaresiz bir yalnızlığa hapsediyor ve bu yalnızlıkta seyirci oturduğu koltukta kendisini uzayda savrulan bir astronot gibi hissedebilip ürküyordu. ‘Interstellar’ filminde ise gerçeklik ikinci planda bile değilken Nolan’ın galaksiler arası yolculuğundan arda “İnsanoğlu bir yolunu bulur” mottosu kalıyor. Henüz Cooper uzaya çıkmamışken, evinin verandasında babasıyla oturup sohbet ediyorlarken , gelecek adına sahip oldukları kaygıları “Elbet bu sorunu da insanoğlu bir şekilde çözer” diyerek yatıştırıyorlar ve ilerleyen sahnelerde insan türünün en imkansız senaryodan bile ‘bir şekilde’ kurtulduğuna tanıklık ediyoruz. Gezegenler arası yolculuk edip, dalgalarda savrulup, kara deliği yararak geçip bir şekilde ayakta duran Cooper’ın Amerikan seyircisini mest edecek süper kahraman tavırları ve filmin sevgiyle sorunları çözen yapısı seyircinin empati kurması konusunda ‘Gravity’ filmi kadar başarılı sonuç veremiyor. ‘Interstellar’ın yumuşak karnı, Amerikan seyircisini gaza getirmek için kullandığı beylik lafları ve karakterleri arasında kurduğu yapay duygusal ilişkiler. Ancak bu durum zaten Nolan’ın ‘blockbuster’ sinemasına ait en temel özelliklerden biri ve bu açıdan filmin ‘Inception’ çizgisinden saptığını söylemek doğru olmaz.

Interstellar

Christopher Nolan yine seyircinin heyecanla takip ettiği, takip etmekle boğuşurken zevkten dört köşe olduğu, içeriği bırakıp görsel hazzı yaşadığı kurgu numaralarına devam ediyor ve filmin altyapısında sahip olduğu bilim içeriği bu kurgu oyunlarıyla birleştiğinde ortaya seyircinin kayıtsız kalamayacağı bir eğlence çıkıyor. Nolan’ın yaptığı işi ‘eğlence’ olarak tarif etmek daha doğru çünkü Nolan sinemanın nimetlerini çok iyi bir şekilde kullanıp, bunu eğlence aracını dönüştüren bir isim. Inception’da senaryonun omurgasını oluşturan karmaşık kurgu, bu filmde hikayenin ikinci kısmında önemli bir yer teşkil ediyor ve hikayenin bağlanması açısından yine önemli bir görev üstleniyor. Uzayda Cooper’ın yaşadıklarına paralel ilerleyen alt hikayede kızı Murphy’nin farklı bir zamanda yaşadıkları üst üste bindirildiğinde karşımızda zamandan bağımsız, lineer olmayan bir hikayenin içinde buluyoruz kendimizi ve aynı Inception filminde rüya katmanları arasında gezinirken yaşadığımız sersemlemeyi, galaksiler/farklı zamanlar arasında gezinirken yaşıyoruz. Benzer kurgu numarasını Nolan’ın diğer filmlerinde de görmek mümkün, sonuçta Nolan zaman üzerine ciddi kafa yormuş bir isim ve filmlerinde hep zaman kaymaları, başlangıç noktasına dönme, zamanın göreceliği gibi unsurları anlatırken bu tarz bir kurguyla hikayeyi anlatması biçim olarak baktığımızda gösterişi ön plana çıkaran doğru bir tercih. Ancak Nolan’ın bir yandan filmin bilimsel alt metnini doldururken, bir yandan kurgusal oyunlara giriştiğinde içeriği komple boşlaması da filmin eğlencelik bir işten öteye gitmesini engelliyor. Karakterlerin tam olarak tanıtılmaması, uzay macerasına hızlı bir giriş yapılması, kara deliğin sırları ortaya çıktıktan sonra gelişen olayların yine hızlı bir şekilde geçiştirilmesi ve bu eksikliklerin yerini birbirine benzer uzayda yolculuk sahnelerinin doldurması içerik olarak sıkıntılı bir hikaye getiriyor karşımıza. Filmin üçüncü olumlu yönü olarak Nolanvari kurguyu saymakla birlikte, aynı kurgu temposuyla içeriğin önemini devre dışı bırakıyor ve filmin aynı zamanda handikabı haline geliyor.

Nolan sinemasının özünde ‘Memento’ ve ‘ Prestige’  filmleri yatıyor olsa da, son dönem yaptığı işlere baktığımızda Nolan’ın Hollywood’un pusulası haline geldiğini görüyoruz. ‘Dark Knight’ üçlemesiyle süper kahraman filmlerinde farklı bir anlatım şeklini ortaya süren, türe dinamizm getiren Nolan, ‘Inception’ filmindeki anlatım tarzıyla da Hollywood’a önemli bir ‘örnek film’ hediye etmiş oldu. ‘Interstellar’ filmi ise kara delik mevzusunda ileri bir adım atıp, peşinden geleceklere kılavuzluk eden bir film ancak klasik olmuş bilim kurgu yapıtlarıyla kıyaslandığında Nolan’ın içerik açısından tutunduğu ‘light’ tutum filmin sönük kalmasına sebep oluyor.

Advertisement

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s